10 Mayıs 2013 Cuma

YOLA ÇIKMADAN

Uzunca bir süredir Avrupa takıntım var, herkesçe malum, hatta bu takıntı oralarda yerleşik düzene geçme noktasına kadar geldi, zaman zaman evlere bakıyorum emlak sitelerinde. Avrupa’ya gitmek kolay. Avrupa’ya gitmek ucuz. Ya da en azından ben ucuza maledebiliyorum. Ancak Avrupa ne kadar “benlik” olursa olsun başka kültürlerle tanışmak, başka coğrafyalarda dolaşmak da çok keyif veriyor bana. Kuzey Afrika’nın insanı, mimarisi çok ilgimi çekmiştir mesela, Fas’a büyülendim. İlk gittiğim yurtdışı gezim Mısır’a olmuştu, orayı ömrüm oldukça unutamam. Orta Doğu bambaşka bir alem, belki anne tarafından Lübnanlı olmanın getirdiği “toprak” hikayesi….Kudüs müthiş bir enerjiye sahip. İki kere gittim, yirmiiki kere daha giderim. Rio de Janeiro gördüğüm en değişik şehirlerden biriydi, altın kaplanmış bir teneke kutu gibiydi, biraz kazıdığınızda kirli yüzü ortaya çıkıyordu. Kanada teyzemin vatandaşı olduğu ülke, dünyanın en sulak, en yeşil, en yalnız ülkesi.Buraları gördüğüm için çok mutluyum. Allah sağlık ve imkan verirse aklımda olan birkaç yere daha gitmek istiyorum önümüzdeki yıllarda. İnsanların çocukluğunda yaşadığı her şey ömrünün sonuna kadar onunla geziyor, bundan eminim. Çocukken yazlığa gidip gelirken amcam arabada Peppino di Capri çalardı kasetten. O zamanlar tek kelimesini bile anlamadığım o dil o kadar hoşuma giderdi ki içimden gizli gizli “ben bir gün bu dili öğreneceğim” derdim. Nitekim çoook seneler sonra kursa yazılıp iki lafın belini kıracak kadar İtalyanca öğrendim. Yine çocukluğumda Pazar sabahları babam beni 10’da kaldırır, odun sobasının ateşiyle ısıtılmış sıcacık salonumuzda mis gibi kızarmış ekmek kokusu içinde belki de sadece kuş sütünün eksik olduğu kahvaltı sofrasında oturur, TRT’deki belgeseli izlerdik. O saatte TV seyretmek yerine yatakta uykuya devam etme arzum baskın çıksa da babaya itaat prensibiyle o program başından sonuna seyredilir, ardından Pazar Konseri’nde, o enteresan tınılı sesiyle Hikmet Şimşek’in anlattığı opera öyküleri dinlenir ve üzerine bir klasik müzik ziyafeti çekilirdi. Bugün Atatürk Kültür Merkezi kapatıldığı gün hüngür hüngür ağlamam belki de o günlerde yüreğime ekilmiş klasik müzik sevdası ile alakalıdır. O Pazar sabahlarından kulaklarımda kalan bir ses de işte o belgeseli seslendiren güzel sesli TRT spikerinin ot hışırtısı ve böcek sesleri eşliğinde “Kalahari Çölünde sıradan bir gün başlıyordu” cümlesiydi. O gün bugündür o sıradan günlerin birine dahil olmayı istedim. Bu sene bu arzumu gerçekleştirmek üzere rotayı Kalahari’ye çevirdim. Hayvanlar aleminin en doğal, en kirlenmemiş ve en az turistik bölgesi: Namibya, Botsvana, Zambiya, Zimbabve. Beni bekliyorlar. İsterseniz trilyonlarınız olsun, bu bölge biraz zorlu. Zor kısmı tamamen sıhhi sebeplere dayanıyor. Roma’ya gider gibi gidemiyorsunuz. Öncelikle Afrika kıtasının hastalık şemasına bakmak ve buna göre önlem almak gerekiyor. Ülkemizde bu işlere Türkiye Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü bakıyor. Her ilde olmasa da çok yerde şubesi var. İstanbul’daki şube Tuzla’da. Ben Müdürlüğü telefonla arayarak doktordan bilgi aldım. Bana ilk önerilen difteri-tetanoz aşısı olmaktı. Aşıyı bir dahiliye doktorunun sevki ile her hastanede yaptırabiliyorsunuz. Ancak size neden niçin diye ahret soruları soruyorlar. Oysa bu aşıyı her vatandaşın 5 yılda bir olmasında büyük fayda varmış. Kazalarda bizi korurmuş. Netice itibariyla aşımı oldum, uf oldum biraz. Doktor Bey bu bölge için mutlak surette sıtma koruması talep etti. Sıtma, anofel cinsi sivrisinekle taşınan ateşli ve tedavi edilmezse terminal bir hastalık. Antibiyotik ile korunuluyor. Kullanılabilecek 3 çeşit ilaç var, bütün dünyada böyle. Birincisi malarone; ki bizde yok. İkincisi doksisiklin. Diğeri de meflokin. Meflokin ile doksisiklin arasında ne fark olduğunu sordum. Ruhen sağlıklı değilseniz, geçmişte antidepresan kullandıysanız, hatta kullanmadıysanız dahi halüsinasyon gördürebiliyor, ruhen bunalıma sokabiliyor, ani değişken ruh hali içinde bulunmanıza sebep olabiliyormuş. Doktor direkt olarak Doksisiklin kullanın dedi, demeseydi de ben onu seçerdim zaten. Ancak o da melek değil. Ciltte incelmelere, güneş altında tahribatlara sebep oluyor. Ciddi bir güneş/UV koruyucu gerekiyor. Bulantılar da cabası. Bu ilacı seyahate gitmeden almaya başlıyor, seyahat esnasında ve dönüşte 4 hafta daha almaya devam ediyorsunuz. Böbrekleriniz ve karaciğeriniz sağlamsa ne ala. Bakalım neler yaşayacağım.... Bölgede dikkat edilmesi gereken diğer hastalıklar hepatit ve AIDS. Dolayısıyla hijyen büyük önem taşıyor. Her an temiz tuvalet bulacağımdan umudum yok. Bol miktarda püren almak lazım, durulamadan kullanılan temizlik jeli. Hava durumuna bakıp yanınıza kıyafet almak da zor. Hava bir an 37 derece olabiliyor, bir an 10. Bu gelgitlere karşı lahana gibi kat kat dolaşmak gerekiyor. UV filtreli safari şapkamı mutlaka kullanmalıyım. Giysileri açık renklerden seçmeliyim. hayvanları ürkütmeyecek tonlar olmalı. Toprak, haki, beyaz, gri, kahverengi gibi. Leopar deseni biraz riskli. Mavi ve lacivert sakıncalı. Çünkü uyku hastalığı yapan çeçe sinekleri bu iki rengi seviyor. Düşünecek çok detay var. Çöl için kısa kollu, akşamlar için uzun kollu kıyafetler, deniz kenarı için kısa paçalı, safari için uzun paçalı giysiler, çölde kumlardan korunmak için bandana. Detayların sonu yok. Ama güzel olan : akşam yemeklerine şık kıyafet götürme derdi de yok. Hazırlığın büyük bir kısmı da elektronik eşyaları kapsıyor. Fotoğraf makinesi, yedek fotoğraf makinesi, şarj aletleri, bataryalar, filtreler, tablet, hafıza kartlarım vs vs. Hiçbir şeyin aksamaması lazım. Elektrik soketleri Avrupa’dan farklı, kalınca üç yuvarlak girişi var, Johannesburg’daki mağazalardan adaptör almam gerekiyor zira İstanbul’da bu tür bir adaptör bulunmuyor. Dönüşümde çok güzel anılarla dolu olmayı diliyorum.