27 Temmuz 2012 Cuma

Le Panthéon

Paris, ilk kez yurtdışına çıkacak tüm dünya turistlerinin listesinde ilk üçtedir. Benim Paris’i görmem için 2 yıl geçmesi gerekti. Soğuk bir ocak ayında bir haftasonu kaçamağıyla keşfettim, bir daha da kopamadım. O gün bugündür her yıl gitmeye çalışıyorum. Paris yazmakla anlatılacak, anlatmakla bitirilecek bir şehir değil. Dünyanın her kentinden bir parça taşıyan, ama buna rağmen kendi başına bir dünya olan bir başkent. Bu sevdama bağlı olarak, sayfalarımda zaman zaman Paris’ten esintiler okuyacaksınız.
Emekli olunca tek odalı bile olsa bir daire alıp (ya da kiralayıp) imkanım olduğunca Paris’te yaşama hayallerim var.  Bu hayali öyle ileri götürdüm ki şehrin hangi bölgesinde yaşamak istediğimi bile belirledim. (Her şey oldu bitti de bu kısmı eksik kaldı sanki J ) Latin Quarter denilen, Seine nehrinin sol kanadında yer alan bölge, St.Germaine des Pres, gönlümde yatan aslan. Hayaller ne kadar gerçekleşir bilinmez ama bir gün bu şehirde yaşamak mümkün olmasa dahi sokaklarında avarelik etmekten asla vazgeçmeyeceğim yer Latin Quarter. Bu yazımın konusunu teşkil eden Le Panthéon da burada yer alıyor. (RER ile Luxembourg, Metro ile Cardinal Lemoine durağı)  An itibariyle 7 Euro vererek gezebilirsiniz.


Hun İmparatoru Attila Han’ın saldırılarına karşı Paris’i koruduğuna inanılan Azize Genevieve adına yapılmış bir kilise burası. Yunanca bir kelime olan Panthéon, “her bir tanrı” demek.  Fransa Kralı 15. Louis geçirdiği bir rahatsızlık sırasında eğer iyileşirse, Azize Genevieve adına yapılmış ve daha sonra yıkılmış ibadethane yerine kaim olmak üzere bir kilise inşa ettirmeye söz verir. İyileştiğinde de sözünü tutar. (Hastalığının gut olduğu konusunda rivayetler var) Yapımına 1758’da başlanır, Fransız İhtilali günlerinde inşaat biter. İki yıl sonra alınan bir kararla bu muhteşem yapının kiliseden mozoleye çevrilmesine karar verilir. Fransız kahramanları  ve  entelektüellerinin ebedi istirahatgahı olarak kullanılmaya başlanır. Tarihi boyunca zaman zaman yine kiliseye dönüştürüldüyse de, Panthéon genel olarak aydınların toplanma yeri ve mozole olma görevini yürütmüştür.

Panthéon’da kimler var?  Yazar, tarihçi ve filozof Voltaire, radyoaktivitenin kaşifleri  Marie ve Pierre Curie (Bayan Curie Panthéon’un tek kadın misafiri) , körler alfabesinin babası Louis Braille, sosyalist lider Jean Jaurés, gazeteci-yazar Emile Zola, filozof Jean- Jacques Rousseau, bir edebiyat dehası Victor Hugo ve  Üç Silahşörler Athos –Porthos- Aramis’e (ve daha sonra aralarına katılan D’Artagnan’ı da es geçmeyelim), Monte Cristo Kontu’na can veren  Alexandre Dumas,  Panthéon’da ziyaret edebileceğiniz kişilerden sadece bir kısmı.

Jacques Chirac, ölümlerinin yüzüncü, ikiyüzüncü yıldönümlerinde değerli şahsiyetlerin mezarlarını buraya taşıtmış. Belki bu şekilde zamanında sessizce göçüp giden dehalardan özür dilenmiş. Bir cenazenin  Panthéon’a sonradan nakil olabilmesi için Fransız meclisinin tümünün onayı ve vefat eden şahsın ailesinin kabulü şartı aranıyor.




Gözünüz yerse 206 basamakla kilisenin çatısına çıkıp Paris'e bir de bu açıdan bakabilirsiniz. Bu hususta bir tecrübem olmadığı için yapın veya yapmayın diyemiyorum. Çıkanların çok mutlu döndüğünü biliyorum. Kilisenin içinde de epey zaman geçireceğinizi garanti edebilirim. İzlemesi enteresan bir de sarkaç var Panthéon'da. 1851'de Leon Foucault'un dünyanın dönüşünü açıklamak üzere kurduğu, orjinali artık Sanat ve Bilim Müzesi'nde sergilenen sarkacın bir kopyası burada, bütün heybeti ama bir o kadar da sadeliği ile ziyaretçilerin hizmetinde.


26 Temmuz 2012 Perşembe

Qumran (Ölü Deniz) Yazıtları

Dünyanın en tuzlu birkaç su alanından birisi, Ürdün ve İsrail toprakları arasında yer alan Ölü Deniz’ dir. Biz ona Lut Gölü de diyoruz. Deniz seviyesinden 423 metre aşağıda yer alan göl, bu özelliği ile dünya sıralamasında ilk sırada. İsrail’in geneline hakim olan Akdeniz iklimi Ölü Deniz’e geldiğinizde tamamen değişiyor. Yoğun bir sıcaklık başlıyor, oksijen oranı artıyor. Özellikle yaz aylarında 40’lı derecelerde seyreden sıcaklık, kışın 30’lu derecelere düşse de az yağış alan bu bölgede genellikle güneşli bir havanın hüküm sürdüğü söylenebilir. Sadece bakteri ve mikrop barındıran ancak  yüksek tuz oranı sebebiyle diğer canlıların yaşamasına imkan vermediğinden   “ölü” olan bu göl, ne yazık ki çevresel faktörlere bağlı olarak miktarsal olarak da ölüyor.
Göl, bir şifa kaynağı. Aşırı tuzdan dolayı su içerisinde batmak imkansız. Bu da gölde yapılan banyoyu çok keyifli hale getiriyor. Oldukça ılık olan suyun içinde birkaç dakikadan fazla kalınamıyor tabii, tuzun yakıcılığı çok fazla çünkü. Birçok cilt hastalığına da iyi geldiği söylenen gölün çevresinde konaklamaya da imkan sağlayan tesisler var . Buharlaşmaya bağlı olarak çekilen sular neticesinde sahile hakim olan tuz öbekleri,  çamur banyoları, polen ihtiva etmeyen temiz havası ve muhtelif güzellik müstahzarları ile adeta bir sağlık ve cazibe merkezi olan Ölü Deniz’in şöhreti bunlarla sınırlı değil.

Bölgenin kuzeyine, Batı Şeria’ya doğru ilerlediğinizde düşük rutubet-yüksek oksijen oranı  ile tarihsel bir mucizeye de tanıklık eden Qumran’a varıyorsunuz. Bugün tamamen bir arkeolojik site olan Qumran’da yerleşim bulunmuyor. Hikayesi aslında Helenistik döneme kadar uzansa da, dünya ve dinler tarihi açısından 1946 yılını milat olarak almak mümkün. 1946’da Muhammed edh-Dhib isminde bir Bedevi çoban, yanında kuzeni Cuma Muhammed ve Halil Musa ile birlikte sürüyü gezdirirken bir çukura düşer. Burası aslında yüzlerce yıldır kapısı dünyaya kapalı bir mağaradır. Cuma, mağarada bazı toprak kaplar fark eder, kaplarda rulolar halinde parşömenler vardır. Bu parşömenlerin ne olduğu hakkında çoğu kimsenin fikri yoktur, bir sinagogdan çalınmış Tevrat sayfaları olduğu düşünülür. Pazarda antika eserler alıp satan Halil İskender Şahin, bulunan sayfalara yaklaşık 30 Amerikan Doları bir bedel öder. Elden ele dolaşan parşömenler, American Schools of Oriental Research’ün arkeologlarından Dr. John C. Trever’in dikkatini çeker. Araştırma, araya giren Arap-İsrail Savaşı ile sekteye uğrasa da yaklaşık 1 yıl sonra mağaralara ulaşılır ve 1956 yılına kadar süren meşakkatli çalışmalarla sayısı 972 yi bulan metin (irili ufaklı tüm parçalar sayılırsa 100,000 adet parşömen parçası)  yüzyıllardır saklandıkları yerden günışığına çıkartılır.





Qumran ruloları 11 farklı mağarada, dağınık halde bulunmuştur. Bir kısmı Eski Ahit’ten bölümler içermekte, bir kısmı ise herhangi bir bilgi veremeyecek kadar küçük ya da dağılmış haldedir. Radyo-Karbon metoduyla  muhtelif parçalara yapılan testler, parşömenlerin M.Ö.250 ila M.S.65 yılları arasında yazılmış olduğunu ispatlıyor. Bulunan en eski İncil olduğunu söylersek yanlış olmaz. Yahudilik ve Hıristiyanlık tarihine ışık tutacak bilgileri içeren yazıtların incelemesi devam ediyor. Bir kısmı Avrupa ve Lübnan’da bulunmakla beraber çoğu parça Kudüs’te, İsrail Müzesi’nin  Shrine of the Book bölümünde sergilenmekte.  Uzun süreyle ışığa maruz kalmalarının olası olumsuz etkisini bertaraf etmek için parşömenler dönüşümlü olarak sergide tutuluyor. Müze gerçekten çok etkileyici. Kudüs’e yolu düşen herkesin gidip görmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak teknoloji bugün parşömenleri internet üzerinden de inceleme şansı veriyor bize.  (http://dss.collections.imj.org.il/) sitesine girerseniz en az zarar görmüş, bütünlüğünü en fazla koruyabilmiş parşömenleri siz de inceleyebilirsiniz.  


Deniz'in sesi

1999 yılının Ekim ayında, bir Cuma akşamı, kimsecikler bilmeden, görmeden, duymadan yaptım ilk yurtdışı seyahatimi. Pazartesi sabahı da geri döndüm. “Tek bir hakkın olsa nereye giderdin” sorusunun cevabına gittim: Mısır Piramitlerine, Kahire’ye. Her yönüyle birinci sınıf bir geziydi. İki gün sürdü ama bir ömre bedeldi. 

Dostlar sağ olsun, ısrarla neden bir blogum olmadığını sorar dururlar. Bu blog o dostlar için, kötü gün dostlarım için, anılarımı onlarla dilim döndüğünce paylaşabilmem için açıldı bu blog.