26 Eylül 2014 Cuma

BEBELERE BALON, ÇOCUKLARA BAŞÖRTÜ


Tam da ilkokullarda bebişlerin başlarına örtü geçirildiği ve "anaokulunda başörtüsü serbestisi olmadığı" ifadesi kullanılarak bizimle alay edildiği şu günlerde…fikrimi zikretmezsem olmazdı.

Atayist :) değilseniz Yaradan’a inanıyorsunuz demektir, Cem Yılmaz “İstersen krem peynire tap, umurumda değil”, diyordu skecinde, aslında dünyanın büyük çoğunluğunun inanç ihtiyacını dile getiriyordu. İsmi ne olursa olsun, Rab, Tanrı, Tengri, Allah…düşünün, sırf İslam’da 99 adı olan yüce bir varlıktan, hepimizin hammaddesinden bahsediyorum.

Ben O’na inanan ve sığınan grubundanım, ibadet pratiği sevmek, saymak, hak yememek ve darda kalana yardım etmekten ibaret olan, ancak bu arada tüm kutsal kitapları da baştan aşağı okumuş biriyim. Yaradanın saçımızla başımızla hiçbir derdi yok. O, bizim beynimiz ve yüreğimizdekilerle alakadar. (Ne kadar ibadet edersek edelim aslolan fiiliyattır. Akşam haberlerini baştan sona izleyenler ne demek istediğimi anlarlar. Bugünkü koşullarda O'nun bizlerden hoşnut olması mümkün olabilir mi? )   

İnsanoğlu yüzyıllar, bin yıllar boyu inanmış kendinden daha üstün bir varlığa. Ona o kadar teslim olmuş ki ,  onun yüceliği, büyüklüğü karşısında ibadet ederken bir alçakgönüllülük, bir küçülme, bir hürmet duygusuna kapılmış. Bu yüzdendir ki tüm hak dinlerde baş öndedir, secde mekanizması vardır, yere çökülür, diz çökülür. Dinî tüm tasvirlerde kadınların ve erkeklerin başlarının bir bölümü kapalıdır. Bu Musevilerde de, Hıristiyanlarda da, Müslümanlarda da böyledir. Suyla arınmak, temizlenmek gerekir. Hedef saçımızı başımızı saklamak değil, ağırbaşlılıkla tertemiz huzura çıkmaktır.

Dinin merkezi olmuş tüm şehirlerin sıcak iklimlerde yer alması da başlara şu ya da bu biçimde bir örtü takılmasını zaten kaçınılmaz hale getirmiş.
Yüce Rabbimizin bizi saçımızla sınayacağını düşünmek…işte buna inanmıyorum.

 
Mescid-i Aksa, Kudüs

 
Kutsal Kabir Bazilikası


                                                                   Kubbetüssahra



                                                                   Kudüs Sokakları

 
Ağlama Duvarı

18 Eylül 2014 Perşembe

PISAC PAZARI


Peru’nun güneyinde, iç kesimlerde, Urubamba nehri akar, usul usul. And Dağlarının şahane bir vadisinin tam ortasından geçer, Kutsal Vadi derler bu vadiye, Inca’larla alakalı bir husus elbet. Rengarenk köyler, kasabalar  vardır kenarında. Bunlardan biri de Pisac’tır. Küçük, sevimli bir köy, diğerlerinden farkı olmayan. Ama her hafta Salı, Perşembe ve Pazar günleri kurulan pazarı nedeniyle turist akınına uğrar burası. Haftada 3 gün kurulsa da en keyifli zamanı da Pazar günü.


 

Pisac’a Cusco’dan taksiyle ya da otobüsle ulaşılabilirsiniz. Kasabadan dağlara doğru baktığınızda öyle güzel manzaralar vardır ki cennete geldiğinizi sanırsınız. Kasabanın kendisi ufak bir meydan ve bu meydana çıkan küçük sokaklardan oluşur. Bu sokaklarda yürümek, pazar yerinde dolaşmak, Peru’ya özgü bir şeyler satın almak size zamanı unutturur. Cusco’da da bulabileceğiniz çeşitli otantik eşyalar bu pazarda da bol miktarda var. Fiyat olarak biraz pazarlıkla makul rakamlara inebiliyorsunuz. Daha ucuza bulur muyum diye tereddüt etmeden alışveriş yapılabilir.
 



 


Ne alınır? Rengarenk boyanmış el yapımı seramik-toprak tabaklar, Inca motifli kilimler, Alpaca yününden giyecek eşyaları (hakiki alpacadan anlamak gerek), And Dağlarına özgü müzik aletleri, takılar, çantalar, heybeler, aksesuarlar, taze sebze ve meyveler. Ben en çok gümüş takılara kilitlendim çünkü başka hiçbir yerde bulamayacağınız dizaynlarda ve son derece makul fiyatlara gümüş takı almak mümkün. Gümüşleri zaman içinde kararmıyor, bozulmuyor, deforme olmuyor.






15 Eylül 2014 Pazartesi

RUSLAR VE ÇAY


Fransa, İtalya, Amerika kahveci toplumlardır, gerek orta ve güney Amerika’dan gerek Afrika’dan, gerekse Arap ülkelerinden ithal ettikleri çekirdeklerden nefis kahveler yaparlar ve sabahın cin saatinden geceyarısına kadar keyifle içerler. İngilizler ve biz Türkler daha ziyade çaycı milletiz, kahvaltı ve yemek üzerine içilen Türk kahvesi yoğunluğu ve keskinliği itibariyle az tüketilir, Türkiye denilince ince belli bardakta tavşan kanı çay gelir akla. Ruslar da yeme içme kültürlerinde çaya büyük önem veren milletlerden biri. Milli içeceklerden sayıyorlar çayı ve bol bol tüketiyorlar. Hem de sanmayın ki sallama çay içiyorlar, çocukluğumuzda evlerimizde baş köşede oturan semaver, aslında bir Rus icadı. Tarihte yeraltından çıkartılan en eski semaver Rusya’dan (Azerbaycan) çıkarılmış, tescillenmiş en eski semaver de Rus. Semaverin kelime manası “kendi kendine kaynayan, fokurdayan”. Pers kültürü üzerinden bize kadar ulaşan bu keyif aracı, lezzetli, uzun soluklu çay içimleri için tarih boyunca kullanılmış.




Ruslar genel olarak siyah çay içiyor, yine de döneme ayak uydurup yeşil çayı da hayatlarına dahil edenler olmuş. Çayın yanında ufak bir tatlı (bir parça bisküvi veya çikolata) eşlik ediyor. Şekersiz ya da şekerli içiyorlar, kıtlama çay içmek onların da geçmişinde var. Ancak gezdiğim daçalarda çayı balla tatlandırdıklarını da gördüm, çok da lezzetli oluyor doğrusu.

Günler süren bir tren seyahatinde çay keyfini yaşayabilmemiz için her vagonda kömür ve odunla ısıtılan semaverler hizmetimizdeydi. Gece uykudan uyanıp serin Sibirya havasında ürperdiğinizde bir bardak çay içmek ve ısınmak çok da alışılagelmiş bir deneyim olmuyor.

Rusların geleneksel çay bardakları PODSTAKANNIK. Metal kaideye oturtulmuş hafif kalın düz veya kesme bardaklar. Bardak kısmından çok metal kısmı cezbediyor insanı. Satın almaya kalktığınızda epey de pahalı bir zevk.Gezi süresince tadını çıkarttım ama günlük hayatımda bildiğimiz, alıştığımız usulde ince bardakta çayı tercih ediyorum.


12 Eylül 2014 Cuma

TRENDE OKUMAK

2 hafta süresince bir kompartmanda seyahat edecek olduğumu düşünerek önceden kendimi oyalayacak bir şeyler almayı planladım. O kadar uzun sürede sürekli camdan dışarı bakılmazdı. Bir şeylerle kendimi meşgul etmeliydim. Bu yüzden 2 kalın kitap ve sudokumu aldım yanıma. 2 kitabın biri Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sı , diğeri ise Sevil Atasoy'un cinayet kanıtlarıyla alakalı kitabıydı. Lokasyon önceliği vererek Suç ve Ceza'ya başladım, Rus edebiyatına gençliğimden beri düşkün olmam işimi kolaylaştırdı ancak yine de kitabı ancak Moğolistan'a girerken bitirebilmiştim. Raskolnikov Sibirya'ya sürgün edildiğinde Sibirya'yı tamamlamıştım. Sonrasında herhangi bir kitap okuyacak zamanı bulamadım. Sudoku? Elime almadım desem inanır mısınız?



Trende hayat çok hızlı geçiyor, yemekler epey zaman alıyor, yollarda harika manzaralar var ve fotoğraf tutkunu olarak bunları kaçırmamam gerekiyordu, günün geri kalanında tren dışında gezilerde olduğumuzdan kitap için gerçekten zaman kalmıyor. Kahvaltı sonrası bir saat ile yatmadan bir saat belki.... Kitap dışında da okuyacak şeyler var, seyahat rotasındaki kentlere dair bilgiler, günlük gezi planları...Okuduğunuz her ne olursa olsun, soğuk bir bira eşliğinde yazdan kalan son güneşin cama vuran sıcaklığında keyif çatmak paha biçilemez.

 

TRENDE YEMEK YEMENİN KEYFİ


Trende hayat rahat…Hatta bazen bir şehre yaklaşırken trenden inesiniz gelmiyor, Rus şehirleri bizim kategorimizde kasaba havasında olduğundan ve birbirine benzediğinden fazla heyecan yaratmayabiliyor. O zaman da trenin cazibesi artıyor. Güzergah üzerinde bulunan şehirlere uçak ile direkt uçuş yaparak ulaşmak mümkün. Ancak buna değeceği şüpheli. Tren yolculuğu, şehirler arasında bulunan ve otoyoldan bile ulaşılamayacak manzaraları izlemeyi mümkün kılıyor. Kilometrelerce devam eden tayga ormanlarının arasına sıkışmış bir göl, gölün kıyısında bir köy, köyün inekleri, bir kereste fabrikası, vagonlara yüklenmiş koca koca ağaç gövdeleri, şahane gün doğumları, gün batımları hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar güzel. Bir pastoral senfoni desem yalan olmaz.



 
 
 
 
Öğle yemekleri genellikle gezilen şehrin iyi restoranlarından birinde yeniyor. Bu nedenle genellikle sabah kahvaltıları ve akşam yemekleri için yemek vagonunda toplanıyoruz. Gazlı meşrubatlar ile bira, şarap ve votka içilebiliyor. Şarap olarak İspanyol, Şili ve Rus şarapları var. Bira ise lokal Rus birası ve gayet lezzetli.  Votka bizim kültürümüzde yemeklerle beraber içilmediği için rağbet görmüyor. Zaten trende bulduğumuz votkaların sertlik derecesi  alıştığımız votkaların bir hayli üzerinde. Yine de deneyenler oluyor. Menü baştan belli olduğu için bir gün öncesinden şarap ayırtıp soğutturabiliyorsunuz. Yemeğe mutlaka soğuk bir çeşitle başlanıyor, soğuk et tabağı veya salata gibi, et-balık-tavuk’tan biri sebzeli garnitürle ikram ediliyor, patates ve lahana sebzelerin en çok kullanılanları, soğuk iklimin böyle bir azizliği var. Tatlı olarak dondurma, turta, çikolata, pasta veya meyve veriliyor. Tatlı seçimleri zayıf, ama bizim de fazla kaloriye ihtiyacımız yok zaten. Çay kahve istemediğiniz kadar.
 





Yemek sonrası vagon hemen terk edilmiyor, kaynaşan insanların içki eşliğinde bol kahkahalı sohbetleri başlıyor. Günün muhasebesi yapılıyor, memleket siyaseti konuşuluyor, yine masalarda ülke kurtarılıyor, bazen bağıra çağıra şarkılar söyleniyor, mini fasıl yapılıyor, sonra garsonumuz Sergei’in manalı bakışlarına muhatap olarak kalkmamız gerektiğini görüyoruz, onların da dinlenmesi gerek.


 
 
Alkol alındıktan sonra dengeler iyice bozulduğundan,  açılıp kapanacak 40 kapı ve uzun koridorları aşarken kolumuzu bacağımızı daha fazla morartarak kompartmanlarımıza doğru yürüyüşe başlıyoruz. Yatağa uzandığımızda her yer beşik gibi sallanıyor ve uykuya ne zaman geçtiğimizi anlamıyoruz bile.



11 Eylül 2014 Perşembe

YEKATERİNBURG 2

Son Çar 2. Nikola'nın ailesiyle birlikte infaz edildiği şehir olmak dışında bir şöhreti daha var Yekaterinburg' un. Ural Dağlarında, Asya ile Avrupa'nın sınırında yer alması. 1 saatlik bir yolculuktan sonra ulaşılan çam ormanlarının içinde iki kıta arasını temsilen bir sütun var. Bir ayağınız Asya, bir ayağınız Avrupa'da fotoğraf çektirebiliyorsunuz. Tabii bir İstanbullu ya da bir Çanakkaleli için bu durumun en ufak bir enteresanlığı yok, iki kıta arası seyahat etmek bizim her günkü işimiz.



YEKATERİNBURG 1


Rusya Federasyonu’nun dördüncü büyük şehri Yekaterinburg’a yaklaşırken köyler belirdi önce….sonra Iset nehri. Bir milyon nüfusu geçen her şehirde metro olması zorunluymuş bu ülkede, Yekaterinburg da böyle bir şehir. Düzenli, temiz, iklimine inat sıcak insanları var.



 

Şehri Çar Deli Petro kurmuş, çarlığın sonu da bu şehirde olmuş. 2.Nikola, eşi, çocukları, hizmetlileri, doktoru, aşçısı ile beraber Bolşevikler tarafından bir evde tutuklu olarak tutulmuş ve uzun bir bekleyişten sonra infaz edilmişler. Bu ev daha sonra yıkılmış. Yerine Kanlı Katedral (Church on Blood in Honour of All Saints Resplendent in the Russian Land) inşa edilmiş. 2. Nikola birçok koyu Ortodoks tarafından aziz mertebesinde değerlendiriliyor.



Bu hüzünlü öyküyü saymazsak şehir oldukça renkli, sempatik ve modern. Merkezinde gezecek çok yer var, alışveriş için de hareketli sokaklar.




TRANSSİBİRYA EKSPRESİ YOLA ÇIKIYOOOR

Büyük gün geldi çattı. Moskova’dan Zamyn-Üüd kasabasına hareket eden 926 sefer sayılı trene binmek üzere gardayız. Peronumuzu öğrenmek için kiril alfabesiyle yazılı tabelada trenimizi tesbit ediyorum, 6 nolu perondayız. Henüz tren gelmemiş. Çeşitli milletlerden insanlar, ellerinde çantaları bekleşiyor. Sonra birden bando çalmaya başlıyor. Aman ne coşku. Diğer peronlardaki insanlar bu hareketlenmeyi izliyor, biraz gıpta biraz merak var yüzlerinde. Çok özel bir gezi organizasyonu başlamak üzere. Biz de hayatımızda ilk kez gara giren tren görmüş gibi ilgiyle trenin yaklaşmasını seyrediyor, bol bol fotoğraf çekiyoruz. O an pek de farkında değiliz ama bu tren 2 haftaya yakın süre bizim evimiz gibi olacak.




Kompartmanımızı bulup yerleşiyoruz, 4 metrekare alanda yerleşmek uzun sürmüyor, acil ihtiyaçları dışarı koyuyor, diğer her şeyi valizde tutarak yatak altlarına sıkıştırıyoruz, sıkıştırmak güzel bir terim, resmen sıkışmak gerek. Bir süre sonra insanın huzurlu bir yaşam sürmesi için 4 metrekarenin de yeterli olduğunu anlıyoruz. Akşam yemeği saati yakın. Yemek vagonuna gitmeli. İlk akşam için hoşgeldiniz şampanyası  ve güzel bir menü ikram ediliyor. Masalar özenle hazırlanmış, bundan sonraki her öğünde aynı özen devam edecek.



 


 

Biz yemekle alakadar olurken tren yavaş yavaş Moskova'dan uzaklaşıyor, banliyölerden geçerek kırsala doğru uzanıyor. Camlarımızın önünden geçen manzara gittikçe güzelleşiyor.

 
 
 
 
 
Trende yaklaşık 20 ülkeden 185 misafir var, en fazla Alman misafir var çünkü bir Alman firmasının işletmeciliğinde geziyoruz. Tren yaşamımızı kolaylaştırıcı anonslar tren koridorları ve kompartmanlarımızdaki hoparlörlerden yankılanıyor. İngilizce, Almanca, İspanyolca, az az da İtalyanca. Gezinin son sabahı Türkçe uyandırılınca arada sırada yetkililere verdiğimiz Türkçe dersinin işe yaradığını görerek gurur duyduk.
 
Sabah 7 de “Guten morgan meine damen und herren” anonsuyla gözler faltaşı gibi açıldı,kompartmanın tepesindeki deliklerden bir adam konuşuyordu, konuştukça konuşuyor, konuşmaya doyamıyordu. Almanca bitince İspanyolca ve İngilizce de devam etti. Noktayı koyduğunda bir 15 dakika sessizce şekerleme yapıp öyle kalkmayı planlıyordum ancak ne mümkün!! Kızıl Ordu Korosundan yükselen ve yükselmeyi sürdüren “Kalinka kalinka kalinka moya! V sadu yagoda malinka malinka moya! Aaaaaaaaaakh!” nağmeleri “Bi sus yahu” tepkime maruz kaldı ve mecburen kalktım. Şirket yöneticisi Bernard’ın bu ahenkli sesini sonraları daha çook duyacaktık.

Açılmak üzere elimi yüzümü yıkamak ve mesaneyi boşaltmak için koridora çıkıp vagonun ortak kullanımındaki 2 tuvaletten birine ulaşmam gerekti. Bu da saç başdarmadağın, pijamalı, karizmadan yoksun bir halde vagon yolcularıyla selamlaşmak demekti. Ve tuvalet sırası beklemek.
 

İlk akşam trende yeni olmanın sersemliğiyle anlamamıştık ama sabah kahvaltısına giderken (ve dönerken) yaklaşık 10 vagon yürüyerek ortalama 40 kapıyı açmak ve kapatmak zorunda olduğumuzu gördük, hızla ilerleyen bir trende bu oldukça meşakkatli bir iş. Dar koridorlara açılan kapılar ve tüm yolcuların ışığa uçan kelebekler gibi aynı istikamete ilerlemesi de işi zorlaştırıyordu. Vücudumuzda sağa sola çarpmaktan dolayı oluşan morlukları açıklamak eğlenceli olacaktı.