27 Kasım 2014 Perşembe

RICK'S CAFE CASABLANCA


Rick’s Cafe, Fas’ın en büyük şehri Kazablanka’nın ünlü barı. Nihayetinde bir bar diye düşünebilirsiniz ama içerisi şık insanlarla dolu. Siz de biraz şık giyinip giderseniz kendinizi bir film sahnesinde hissetmeniz işten değil.
 



 

Kazablanca’nın eski şehir bölgesinde tipik Fas mimarisine göre inşa edilmiş ve özenle restorasyondan geçirilmiş bina iki kattan oluşuyor. Fas’a ait özel mimari tarzına riad deniyor, ortasında avlusu olan, daha ziyade kadınların sokağa çıkmadan hava almasına yönelik düşünülmüş bir yapı tarzı. Müslümanların kadının mahremiyetini düşünerek inşa ettiği riadların İspanya’nın Endülüs bölgesinde de örneklerini görmek mümkün. Loş, romantik bir ambiyansa sahip barın üst katında büyük ekran bir TV ve kumar masası var. Aralıksız olarak Casablanca filmi gösteriliyor bu TV den. Ayrıca burada çalışan piyanistten canlı piyano dinleyebiliyor, istekte bulunabiliyorsunuz. Filmin ünlü tema şarkısı “As Time Goes By” ın çok talep gördüğünü söylememe gerek yok sanırım.
 
Dekoru da etkileyici. Hem geleneksel Fas işi süslemeler, hem de Orta Doğu ülkelerinden getirilmiş objeler görebilirsiniz. Bu şık mekanda ister yemek yiyebilir, ister sadece bir şeyler içebilirsiniz. Biz tok karnına gitmiştik. Fas’a vardığımız ilk günün akşamıydı. Barda oturmuş ve keyifli bir akşam geçirmiştik. Duvarlar Ingrid Bergman ve Humphrey Bogart’ın fotoğraflarının bulunduğu film afişleriyle süslenmişti. Bu muhteşem ikili bu barı şöhrete kavuşturmuştu belki ama bu şehre hayatlarında hiç gelmeyeceklerdi. Zira film Warner Brothers’ın Burbank’taki film stüdyolarında çekilmişti.
 
 
 

24 Kasım 2014 Pazartesi

HUZURUN RENGİ MAVİ : CHARTRES MAVİSİ

Chartres mavisi diye bir terim varmış. Chartres şehrindeki  katedralin ünlü vitraylarından alıyormuş adını. Merak ettim, Paris’in Montparnasse tren istasyonundan sabah erkenden bir trene atlayıp Eure-et-Loir bölgesindeki şehre doğru yola çıktım. Yaklaşık 100 km lik bir yolu 1 saatte kat ettikten sonra vardım Chartres’a. Katedrali ve mavisinden başka şöhreti olmayan bu sevimli şehir ufak, samimi, huzurlu ve sakin. 40 bin kişi yaşıyormuş güya, ben yüz kişi bile görmedim çevremde.



Şehir temizlikte, düzende nirvanaya ulaşmış görünüyor. Hatta o kadar ki kalp krizi geçirenlere müdahale edilebilmesi için sokakta defibrilatör bile var.


Önce ünlü katedralini göreyim dedim doğal olarak. Gerçekten çok güzel vitrayları var. Unesco da Kültür Mirası listesine almış burayı. Gotik bir yapı. Mimariyle arası olmayanlar gotik bir eseri nasıl ayırt edebilir? Eğer yapının bir bölümü ojiv (füze gibi uzunca), tavanları örümcek ağı gibi desenlerle kaplı ise, ana yapıya bağlı harici köprücükler varsa ve gece gördüğünüzde kendinizi korku filminde hissederseniz gotik olması kuvvetle muhtemeldir.
 


 



1220 de yapımı tamamlanan bu yapının içindeki neredeyse tüm vitrayların orijinal olması insana heyecan veriyor. Kullanılan mavi boya kendine münhasır, yani şimdi aynı tonu elde etmek mümkün değil, dolayısıyla ihtiyaç olmaması için dua etmek gerek. Yalnız vitraylar değil tabii, yapının kendisi de yapıldığı günkü gibi aynen muhafaza edilmiş. Bu kadar orijinal kalmış bir başka kilise daha bulunur mu bilmem. Gitmek görmek gerek.





20 Kasım 2014 Perşembe

BOLDT CASTLE - BOLDT ŞATOSU

Kanada seyahatimin en unutulmaz duraklarından biri Bin Adalar’dı. Saint Lawrence nehrinin üzerine serpiştirilmiş Thousand Islands, yaklaşık 1864 adadan oluşan bir bölge.
 



Gidenler bilir, harita okumayı sevenler de bilir, Kanada dünyanın en sulak yerlerinden biri, Kanada ve A.B.D. arasında da dev bir su oluşumu var, hatta dünyanın en ünlü şelalelerinden Niagara da bu bölgenin yıldızı. Ontario eyaletinin Kingston kasabasında Rockport’ta başlıyor adalara yapılan tekne turları. Bu adalar A.B.D. ve Kanada arasında paylaştırılmış. Amerika’ya ait adalar New York, Kanada’ya ait adalar Ontario eyaletine bağlanmış. Yanyana da olsa ayrı ülkelere bağlı olanlar var, ya da mesafe olarak Kanada’ya daha yakın olmasına rağmen A.B.D.ye bağlı olanlar ve tersi.
                                         





Adalardaki evler muhteşem.  Bunların birçoğunun ünlülere ait olduğunu anlatıyor tekne rehberi. Milyon dolarlar telaffuz ediliyor. Ama biz sıradan ölümlülerin de satın alabileceği modeller yok sayılmaz. 400 bin US Dolarınız varsa mütevazı bir konut sahibi olmak işten değil.
 
1864 adadan Heart Adası’nda yer alan Boldt Castle hem bölgedeki diğer yapılar arasında farkını belli eden ihtişamıyla, hem de hüzünlü öyküsüyle beni en çok etkileyen yapı oldu.
  






New York Waldorf-Astoria Otellerinin genel müdürü olan George Charles Boldt, aslında New York’a 13 yaşında ve beş parasız gelmiş, bulaşıkçı olarak iş hayatına girmiş. “Yürü ya kulum” denilenlerden biri olarak adım adım milyonerliğe kadar ulaşmış. Öldüğünde mirasçılarına 25 milyon dolarlık gayrımenkul bırakmış. Karısına deli gibi aşıkmış. Torunu “tapıyormuş” diye ifade ediyor bu sevdayı. 1900 yılında , o zamanki adı Hart olan kalp şeklindeki adada yüzlerce işçi çalıştırarak taptığı karısı Louise Kehrer Boldt için bir malikane inşa ettirmeye başlamış. 100 odalı, 6 katlı, taşların arasında kalpler olan bir şato.  Fakat güzel karısının 31 yaşında aniden ölümü üzerine inşaati durdurtmuş, adaya da bir daha asla ayak basmamış. Louise’in neden öldüğüne dair net bir bilgi yok. Aşığıyla kaçtı diyen de var, aşırı dozda zayıflama ilacı içti diyen de var. George Boldt oldukça ketum davranmış ve bu konuda kimseyle konuşmamış. Çocuklarına ve torunlarına da konuşmamaları yönünde talimat vermiş. Enteresan bir adammış Bay Boldt. Waldorf-Astoria Otelinin 13. Katında 1313 nolu odada kalırmış çoğunlukla. Batıl inançların canı cehenneme, dermiş. 73 yıl süreyle şato terk edilmiş olarak kaderine razı olmuş. Ta ki yıllar sonra 15 milyon dolar ödenip restore edilene ve turist ziyaretlerine açılana dek. Yine de yapının iki katının hala yıkık dökük olduğu, birkaç milyon dolarlık daha tadilat ve restorasyon gerektiği biliniyor.
                                                           



                                                                Jeneratörün yerleştirildiği yapı

Not: Adayı ziyaret etmek için A.B.D. vizesi gerekli.

19 Kasım 2014 Çarşamba

AUSCHWITZ-BIRKENAU TOPLAMA KAMPI

Her savaş gibi 2. Dünya Savaşı da çok can yaktı, çok acı izler bıraktı. Hangi savaş meşru olabilir ki zaten? Ancak filmlere konu olan ve olmaya da devam eden 2. Dünya Savaşı tüm savaşlardan farklıydı. Bizi Yahudi Soykırımıyla tanıştırdı. Üstelik son derece dehşet verici öyküleriyle. Fırında diri diri yakılan insanlar mı desem, gaz odalarında ölümleriyle buluşan insanlar mı desem, akıl almayan tıbbi deneylerde denek olarak kullanılan çocuklar, bebekler mi desem…
  



 
Kamp sokakları, barakalar


                                                                   Kurşuna dizilme noktası


                                                                        Mahkum koğuşları. 
                                  Camları, kurşuna dizilenleri görmesinler diye tahta perdeyle örtülmüş.
 
 
Krematoryum

 
Birkenau kamp bölgesi
 
Aslında hiç gidilecek yerler değil, yürek burkuyor, ama son dönemde hakkında oldukça fazla sayıda kitap okuduğumdan olsa gerek, merakımın baskın çıktığı bir günde, 2012 nin sıcak bir temmuz sabahı, Polonya’nın Krakow kentinden bir otobüse atlayarak gittim Auschwitz-Birkenau Toplama Kampına. Kamptan geriye kalanları görmeye. Yüz kaslarım aşağı sarkarak girdim kampa, 4 saatlik yürüyüşün sonunda dışarı çıktığımda kaslarımın hiçbiri çalışmıyordu, kilitlenmiş kalmıştım.
 
Kampın giriş kapısında bugün bile kan donduran tabelayla karşılaştım: ARBEIT MACHT FREI.  “Çalışmak özgürleştirir” in Almancası. Toplam 1 milyon 100 bin kişinin öldürüldüğü yerin kapısında yazan bu cümle adeta “mantığını kapıya bırak, içeri öyle gir” diyordu bana. Ürkek adımlarla girdim. Sağda dikenli tellerle kuşatılmış barakalar, solda idari ofis binaları diziliydi. Sonra hepsi baraka oldu. Her biri numaralandırılmış işkence yuvaları. Açlığın, hastalığın kol gezdiği kasvet dolu binalar.
 
 
Hava çok sıcaktı, güneş öğlene doğru iyiden iyiye kendini gösterdi, normal hayatta ağzına su sürmeyen ben şişe şişe su içmekteydim. Sadece sıcak beni bu hale getirmedi tabii, girip çıktığım binalarda gördüğüm manzaralar asap bırakmadı bende. Mahkumların istifleme yattıkları ranzalar (ki yeniden yapılmışlar, orijinal değiller, orijinal olanların sadece fotoğrafları var) yan yana hacet giderdikleri toplu tuvaletler, saçları kazındıktan ve çizgili kamp forması giydirildikten sonra çekilmiş yüzlerce mahkum fotoğrafı, gözden çıkartıldıkları ve haklarında peşinen hüküm verildiği için ölümlerinden sonra yeniden bir amaca hizmet etsin (!) diye istiflenmiş insan saçları, gözlükler, kişisel eşyalar, altın dişler, gaz odalarında kullanılan siyanür bazlı Zyklon B granülleri ve kutuları, dokümanlar, yetmiş yıl önce yaşanan günlerin elem dolu kanıtları.
 
 
Gaz Odası
 
                                                                          Zyklon B granülleri
 
Tren vagonlarında istiflenerek kampa getirilen ve yüzde 90 ı Yahudilerden oluşan mahkumların yaşça çok küçük ve çok büyük olanlarının daha isim kayıtları dahi yapılmadan infaz edildiği biliniyor. Geride kalanlar son derece zorlu çalışma ve yaşam koşullarında ayakta kalmaya çalışıyor, ve haliyle uzun sürmüyor. Kurtulabilen az sayıda görgü şahidinin anlattıkları yüreği en sert insanı bile ağlatacak cinsten. Kamplarda yaşam çok zor. Çok rahatsız edici detaylar var. Bu yüzden bu yazıyı yüzeysel yazdım.
 
 
Dünyada yaşayan her türlü varlığa sevgi ve saygıda eşit mesafede biri olarak sarsılarak gezdiğim bir yer olduğunu belirtmem gerek. “İnsan” olanın etkilenmemesi imkansız. Bu derece acı olayların yaşandığı mekanların aslında sonsuza dek yok edilmesi iyi olurdu ancak kötülüğe meyilli insanoğlunun yıllar geçtikçe unutkan olduğu gerçeğini düşünerek bir daha hiçbir yerde, hiçbir zaman, hiçbir zümreye  böyle şeyler yaşatılmaması için bir ibret abidesi olmak üzere korunması da şart. Bu sevimsiz ören yerinde dolaşırken yüzleri hüzün kaplı ziyaretçilerin, çok değil, 19 yıl önce Bosna’da Müslümanlara yapılan katliamları uzaktan izlediklerini düşünüyorum da hayret ediyorum tepkisizliklerine. Ve bugün de devam eden Filistin olaylarında, 1940 larda aynısını yaşamış bir cemaatin sürdürdüğü mezalime hayret ediyorum.
 
 

13 Kasım 2014 Perşembe

NAMİB ÇÖLÜ'NÜN GİZEMLİ BİTKİSİ


Sossusvlei’in kumullarından uzaklaşıp yüzünüzü okyanusa çevirdiğinizde takip edeceğiniz karayolu sizi Walvis Körfezine götürür. Bu seyahat süresince birbirinden enteresan doğa manzaraları görmek mümkündür. Bazen bir seraba şahit olursunuz, bazen de kendinizi başka bir gezegende hissedersiniz. Dünyanın en eski çöllerinden olan Namib Çölü birbirinden sürprizli panoramalarıyla nefesinizi keserken, bunca kuraklığa rağmen dirençli bir flora ile de sizi şaşırtmaya adaydır.
 

 
 
 

Yazı konusu bitkinin Latincede adı Welwitschia Mirabilis. Yaprakları dallanmış budaklanmış, uçları kurumuş ve bitap düşmüş bu bitki çorak toprakların ortasında perişan bir haldeymiş gibi dursa da aslında halinden gayet memnun. Çünkü bu garip şekilli bitki dünyada başka hiçbir coğrafyada yetişmiyor. Tam ortasında odunsu bir yapı var, buradan tohumları ve yaprakları büyüyor. Yapısı itibariyle uçları kuruyup saçaklansa bile kökten uzamaya devam ediyor, 2 metreye kadar uzun yapraklar görebilirsiniz. Susuzluğa dayanıklı, suyu tutuyor.Yalnız suyu da değil. Çöl üzerinde zaman zaman oluşan puslu havadaki nemi de. Dolayısıyla hiç yağmur yağmayan bölgelerde de yaşamaya devam ediyor.

 

Namibya’ya yolunuz düştüğünde haydi gidip şu bitkiyi göreyim demeniz kafi değil, yetiştiği sınırlı sayıda yer doğal park ilan edilip korumaya alındığından ücret de ödemeniz gerek, yani bu bir izne bağlı. Zira bitkinin ölüsünü-dirisini kopartmak, yanınıza almak, hele hele ülkeden çıkartmak kanunlarla yasaklanmış.
 

 

Hayranlıkla gözlemlediğim ve fotoğrafladığım bu Welwitschia kaç yaşında dersiniz? Çok yormayayım sizi: 2000 yıl kadar.

6 Kasım 2014 Perşembe

KUDÜS...SONSUZ ŞEHİR


Kudüs benim en sevdiğim şehirlerden biri. Kutsallığını bir kenara bırakırsak ibadet/inanç turizmi yapmak üzere akın akın gelen üç büyük dine mensup insanların yarattığı yüksek enerji tek başına yetiyor burayı sevmeme. Hangi sokağına girerseniz girin; dua eden, dilek dileyen, şükür eden insanlar görüyorsunuz. Müthiş bir hareket, bir devinim ve renk var burada, ama her yer tarih kokuyor ve tüm hareketliliğine rağmen şehir zamanla neredeyse hiç değişime uğramıyor.

Dünyanın deniz seviyesinden en aşağıda bulunan gölü olan Lut (Tuz) Gölü  İsrail (ve Ürdün) topraklarında bulunuyor. Dolayısıyla belli bölgeleri hariç, oldukça düz bir satıhtan bahsedebiliriz. Özellikle Kudüs 700-800 metrelerden yükseğe çıkmıyor. Ancak burası kutsal kitaplarda sözü geçen önemli tepelere evsahipliği yapıyor. Zion Dağı, Moriah Tepesi, Tapınak Tepesi, Zeytin Dağı gibi.
 
 

Tapınak Tepesi ya da  bilinen diğer adıyla Moriah Tepesi, bugün hem Yahudi, hem de Müslüman cemaatin en önem verdiği noktalardan biri. Hatta Yahudi cemaati için en kutsal yer denebilir. İslam inancında Mekke ve Medine’den sonra gelen Kudüs, Musevilikte  birinci sırada bulunuyor.

Binlerce yıllık bir geçmişi var bu tepenin. Tapınağın tarihçesini başka bir yazıya bırakalım.

Bugün ziyaret etme şansınız olursa El Aksa Camii ve Kubbetüssahra bütün mütevaziliğiyle sizi karşılamaya hazır. Cuma günleri oldukça kalabalık olduğunu söylemeye gerek yok. Kudüs’ün eski şehir bölgesinde yürüyüş yaparken, İsrail polisi tarafından korumaya alınmış bir sokağın sonunda, ardında ne kadar önemli bir tarihi mekanın olduğunu belli etmeyecek kadar sade bir kapıdan giriliyor bu kutsal bölgeye. Zaman zaman yaşandığı gibi 2014’ün Kasım ayında da bu bölgede silahlı ayaklanmalar vardı. Bunun sebebi halihazırda sadece Müslümanların ibadeti için açık olan bölgeye Yahudilerin alınmış olması. Normalde giriş kapısında ciddi bir denetim var. Üstünüzü başınızı arıyorlar, mutlaka Müslüman olmanız gerekiyor, bunu sözle söylemek yetmiyor, ya nüfus kağıdınızla ispat edeceksiniz (Pasaportlarda din hanesi yok) ya da çağrılan imama Kuran’dan sureler okuyacaksınız. Hata affetmiyorlar. İlk gidişimde nüfus kağıdım yanımda olmadığından epey bir mırın kırın etmişler, sonra iki sure okutup giriş izni vermişlerdi.

Yahudiler ve Hıristiyanlar için ne gibi anlamlar taşıyor tepe? Tanrı dünyayı buradan başlayarak yarattı ve sonra dinlendi, diyor kutsal kitapları Tevrat, Tanrı’nın burada, ünlü kayanın üzerinde dinlendiğine inanıyorlar. İlk insan olan Hz.Adem’i buradaki toprakları kullanarak yarattığına inanıyorlar. Hz.İbrahim’in oğlunu Tanrıya kurban etmek üzere buraya getirdiğine, birinci ve ikinci kutsal tapınağın burada inşa edildiğine, tapınakların kalıntılarının burada olduğuna, idari, adli ve dini (hatta ekonomik) her türlü yönetimin buradan yürütülmesi gerektiğine inanıyorlar. Tüm duaların buraya yöneldiğine, yıkılan ilk iki tapınaktan sonra üçüncü ve son tapınağın burada inşa edileceğine inanıyorlar. Yahudilerin kıblesi burası. Onlar için en kutsal yer. Hatta birçok aşırı dindar Yahudi izin verilse dahi buraya girmeyi reddediyor. Burası o derece kutsal ki bir vakitler peygamberlerinin ayak bastığı ve ruhani olarak da hala mevcut olduğu yerlere ayak basmaktan çekiniyorlar. Yapının alt bölümlerine indiğinizde İslami olmayan bir mimariyle karşılaşıyorsunuz. Camiler İslam döneminde yapılmış evet, ancak temelinde başka bir yapı var. İşte Yahudilerin kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri ve bu yüzden kendilerine kapalı olmasını hazmedemedikleri yer burası. Geçmişlerine dair bir şeyler bulmak umuduyla temel bölümünde kazı yapmaya devam ederken, camilerin zarar görmesiyle sonuçlanacak bir inadın kurbanı olduklarını anlamak istemiyorlar.

Burası meşhur Ağlama Duvarı. Her dinden insan burada dua ediyor, Şabat günleri fotoğraflamak yasak. Müslümanlar buraya Burak Duvarı diyor. Burak, peygamberimizin atının adı.
 

Sünni Müslümanlar için ne gibi bir önemi var derseniz….Hz.Muhammed’in Kudüs’e yaptığı gece yolculuğu sonrası Allah’la buluşmak üzere Mirac’a yükseltildiği yer burası. Müslümanların ilk kıblesi. Bölge 637 yılında Müslümanların kontrolüne geçtiğinde El Aksa Camii ve Kubbetüssahra’nın yapımına karar verilmiş. 692 yılında tamamlanan yapı bugün Kabe’den sonra en eski İslami eser olarak biliniyor. Her iki cami de bir Vakıf tarafından yönetiliyor. Tabii bölgenin İsrail’in kontrolü altında olması onyıllardır bitip tükenmeyen Müslüman-Yahudi kavgasını da geleceğe sürükleyip duruyor.1990 yılında 30 kişinin ölümü, 800 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırılar unutulmuyor.
 
Her üç din için de kutsal olan taş Kubbetüssahra’nın çatısı altında korunuyor bugün. Taş yukarıdan şöyle görünüyor:


 
Alt kısmı ise şöyle:

 
                                       
 

Taşı korumak için inşa edilen yapı gerçekten çok güzel. Mimari açıdan uzun uzun gezilebilir, incelenebilir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde mavi çinilerle bezenmiş ve çok da gözalıcı olmuş doğrusu. Yasin ve İsra sureleri yazıyor çevresinde. Bu harika yapıya birçok Müslüman ülkenin eli değmiş. Depremler, şiddetli yağmurlar, yılların acımasızlığı ile yıpranan binayı Arap ve Türkler tadilattan geçirmiş. Ürdün Kralı Hüseyin sahip olduğu bir mülkü satıp 8 milyon dolar bağışlayınca kubbeyi 80 kg altınla kaplamışlar. Moshe Dayan döneminde İsrail bayrağının indirilmesine karar verilmiş, yeter ki barış sağlansın denilmiş. Bugün yapılar Ürdün Evkaf Bakanlığının gözetiminde.

 

                                                               Kubbetüssahra Önünde



 
Mescid-i Aksa İçi

 
El Aksa Camii’nin hemen dışında abdest için yapılmış bir çeşme var. 709 yılında inşa edilmiş, 1327 de büyütülmüş. Kudüs şehir suyu akıyor çeşmeden. Oturak kısmı ve metal musluklar 20. Yüzyılda inşa edilmiş. El Kas (tas) deniyor çeşmeye.