21 Ocak 2015 Çarşamba

PARİS'TE HAUSSMANN ETKİSİ


2008 yılından beri Halkalı’da Basın Ekspres Caddesi üzerinde bir işyerinde çalışıyorum. Başımı kaldırıp dışarı baktığımda her biri birbirinden çirkin, uyumsuz, bakımsız yapılar yığını görüyorum. Yıkılıp yerine bir yenisi yapılsa da bu sadece o binaya ait bir yenileme oluyor ve büyük resme olumlu bir etkisi bulunmuyor. Zaman zaman İstanbul’daki  çarpık kentleşmenin ve rant odaklı yapılaşmanın tek çaresinin büyük bir deprem olabileceğini düşünsem de insanî tarafım bunu temenni etmiyor. Yine de hayalimde canlandırdığım devasa bir balyozla bütün bu gudubet binaları yıkıp aralarında bolca yeşilin yer alacağı şık yaşam alanları oluşturuyorum zihnimde.
 


Paris, uzun yıllar önce böyle bir hayali gerçekleştirmiş. 3.Napolyon’un emriyle ve bir zamanlar Seine Bölgesinin valisi olan Georges-Eugène Haussmann’ın nezaretinde 1853 yılında başlayarak yürütülen bir yenileme projesiyle, iç içe geçmiş ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan binalar yıkılarak yerine karakteristik özellikler taşıyan yapılar inşa edilmiş. Bugün Paris’e giden herkesin dikkatini çeken dış cephelerin bir bölümü bu dönemin ürünüdür. Yalnız bu süsleme özelliklerini 1930 larda Avrupa’nın birçok ülkesinde görülen Art Deco ile karıştırmamak lazım.
 
Paris’in keşmekeşine son veren proje ile bugün hayranlıkla izlediğimiz şehirleşme ve düzen de şehre yerleşmiş. Öncelikle şehir geometrik bir düzen çerçevesinde bölümlere ayrılmış. Meydanlar, bulvarlar ve caddeler oluşturulmuş. Sokaklar genişletilmiş. Etoile meydanında Zafer Takı’nı baz alarak çizilen yıldız şeklindeki caddeler bugünkü şeklini almış. Trafik akışı düzene girmiş. Sayısız tarihi yapı tadilattan geçirilmiş. Kanalizasyon sistemi çok eski olduğundan büyük bir yenileme çalışması yapılmış. İnsan dışkısının Seine nehrine karışmaması sağlanarak hem salgın hastalıkların önüne geçilmiş, hem de atıklar tarım arazilerine yönlendirilerek gübre olarak kullanılmış. Tarım bu şekilde desteklenerek işsizlik azaltılmış.




Yine bu dönemde banliyö olan mahalleler merkeze bağlanarak şehrin büyümesi sağlanmış. Koru ve ormanlar şekillenmiş, parklar bakımdan geçirilmiş. 17 yıllık bir dönemde 600.000 adet ağaç dikildiği ve 2000 hektar yeşil alan oluşturulduğu söylenir. Kent ormanları ve parklar bugün de aynen muhafaza ediliyor.







 

 
Tabii kentin tek mimarı Haussmann değil. Birçok isim yapmış mimar görevlendirilmiş bu projede. Paris’teki gazete bayilerinin kioskları, Garnier Operası binası, belediye binaları, kuzey ve doğu garları, okullar, müzeler inşa edilmiş.


 


Şehirdeki bu yenilenmeye karşı çıkanlar, eleştirenler olmuş elbet. Ama İmparatorun emrine karşı durulması da imkansızmış.
 
Haussmann stili binalar görmek için şehir merkezinde biraz yürüyüş yapmak kafi. Öncelikle Haussmann Bulvarı’na uğramak gerek, çünkü orada bu tip yapılardan bol bol görebilirsiniz. Yan yana olduğunda gerçekten muhteşem bir ahenk oluşturuyor Haussmann stili binalar.

 

Ne gibi özellikleri olduğuna gelince:

Genellikle 5-7 katlı.

Dış cepheleri birbirinden farklı olsa da aynı bulvar üzerinde bulunan yapıların dış cepheleri de aynı. (Bu yapılarda hangi sosyal sınıftan insanların ikamet edeceği önemlidir. Aristokrat mıdır, işçi midir?  Dış cephe buna göre farklılık gösteriyor.)

 
Her yapının 2 ve 5. katlarında balkon var. Özellikle 5. kattaki balkon binayı komple kucaklayan uzun bir balkon. Bununla birlikte 2. katlar binanın en pahalı dairelerinin bulunduğu katlar çünkü o dönemde asansör olmadığından 2. katlar hem tırmanış açısından ideal, hem girişten uzak olduğundan asalete uygun, hem de sokağın gürültüsünden etkilenmiyor. En ferah daireleri 2. katlara inşa ederlermiş.

Üçüncü ve dördüncü katlarda balkon bulunmuyor.

Giriş katı (Rez-de-Chaussee) genellikle kapıcı dairesi için kullanılıyor. Binaya gelen postayı alan, gelene gidene bakan, binaya göz kulak olan kişi giriş katında ikamet edermiş.

Çatı  45° lik bir açıyla inşa ediliyor, hemen altında camlı bir oda var o dönemde düşük gelirlilere kiraya verilirmiş. Zamanla hizmetçi odası olmuş. Şimdilerde müstakil daire olarak kullanılıyor.

Apartmanın dış kapısı hem girişi, hem de asma katı içine alacak şekilde yüksek yapılıyor. Çünkü binaya malzeme getiren at arabaları avluya buradan girermiş. Zamanla bu ihtiyaç ortadan kalkınca girişlerde tadilata gidilmiş.

Daha önce de belirttiğim gibi Haussmann tarzı yapıları Art Deco ile karıştıranlar oluyor. Art Deco binalara baktığınızda dikey ve yatay döşenmiş taş bloklar, insan heykelleri, üzüm salkımları, iri çiçekler, kediler, köpekler, atlar gibi abartılı süslemeler görüyorsunuz. (Riga’da art deco konusunda oldukça zengin bir muhit vardır, gidenler bilirler, dış cephelerdeki şaşaa akıl alır gibi değildir.) Parisliler zaman içinde bu abartıdan vazgeçerek orijinal Haussmann’a dönüş yapmışlar.
 
art deco'ya örnek

TUNNEL OF HOPE - UMUT TÜNELİ


Bosna Savaşı günlerinde Sarajevo şehrinin dünyayla bağlantısı kesilmiş, şehre gıda, silah, gazete, yakıt, hasta ve yaralılara ilaç tedarik edilemez olmuştu. Oldukça ekstrem bir çözüm yolu bulunarak Bosna ordusu tarafından yeraltında tamamen el yordamıyla, kova kürekle  800 metrelik bir tünel açıldı.


Kazıya Bajro Kolar adlı vatandaşın evinin bodrumundan başlandı. Durum ordu tarafından kendisine sorulduğunda bir an tereddüt etmedi ve kendisi de ailesiyle birlikte kazıya yardım etti.

 
Havaalanının diğer tarafındaki özgür Dobrinja ve Butmir bölgelerine ulaşım sağlayan tünelin kazısı 24 saat süreyle 8 er saatlik vardiya yaptırılarak her iki uçtan aynı anda  devam etti. Finansmanı devlet, ordu ve belediye tarafından karşılandı. 3 yıl süresince her tür insani yardım bu tünelden şehre ulaştırıldı. Almanların hibe ettiği kablolar aynı tünelden geçirilerek şehirde elektriğin kesilmemesi sağlandı. İnsanlar bodrumlarda yaşamlarını sürdürdü. (En az 11 bin insan öldürüldü Sırplar tarafından. Bizim şehirde boş olan her yere bina ve AVM inşa ediyorlar. Orada ise boş olan her yere mezarlık yapmışlar. Çoğu gencecik binlerce insan.)



Tünel yapıldı yapılmasına ama teknik olarak oldukça zor koşullarda. Tünelde havalandırma yoktu. Tünele girene maske takılıyordu. Herhangi bir izolasyon olmadığından zaman zaman su basıyordu. Suyun tahliyesi sıkıntılıydı. Üstelik tünelin başlangıç noktasını oluşturan evin hemen yanı başında sırpların yaşadığı mahalle bulunuyordu. Sırplar evin civarındaki tuhaf hareketlilikten kuşkulandılar. Askeriyeye haber vererek Boşnakların tünel kazıyor olabileceğinden duydukları şüpheyi anlattılar. Sırp birlikleri havaalanına doğru uzanan yer altı koridorunda tesadüfi noktalarda kazıya başladı. Amaçları kazıldığı sanılan tüneli bulmak ve yok etmekti. Ancak kazdıkları her yerden su fışkırıyordu. Aramaktan vaz geçtiler. Bu kadar sulak bir bölgede tünel kazmak imkansızdı. Sırplar yanılıyordu. Tanrı iyinin yanındaydı.
 
Bir uçtan diğer uca geçiş yaklaşık 2 saat sürüyordu. İçerisi havasız, karanlık, soğuk, pis ve kalabalıktı. Dışarıda yağmur gibi yağan bombaların yarattığı titreşim tünelin duvarlarını sallıyordu. Yine de hiçbir yeri çökmedi.

Tünelin büyük bölümü bugün kullanılmaz durumda. 20 metrelik bir kısım ise müze ve ibret olarak ziyarete açık. Aradan geçen onca seneye rağmen dehşetin ve umudun kokusunu burada duyabiliyorsunuz. Tünelin girişinde size hem kazı günlerini, hem de Sarajevo' nun bombalandığı günlerin gerçek görüntülerinin harmanlandığı bir video film gösteriyorlar. Filmi mühimmat kutularının üzerinde oturarak izliyorsunuz. Ardından tünelden geriye kalan kısacık yolu yürüyorsunuz. Yüreğiniz daralarak. Kısa ziyaretin son noktası küçük bir müze.
 
 

BOSNA HERSEK VE SARAJEVO


Biz Bosna diyoruz, ondan kısaca bahsetmek isteyen herkes gibi, ama aslında ülkenin tam adı Bosna ve Hersek – orijinal söylenişi ile Bosnia and Herzegovina. Ülkede 3 etnik grup (Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar) yaşıyor, başkanlıkta da her grubu temsil eden biri var, yani aslında burası bir federasyon. Ülke 2 büyük otonom yönetimden oluşuyor, Bosna ve Hersek Federasyonu ile Sırp Cumhuriyeti. Bir tane de küçücük Brcko Bölgesi var ama burada sadece mahalli hükumet bulunuyor.  (SIRP CUMHURİYETİ İLE BAĞIMSIZ DEVLET OLAN SIRBİSTAN’I KARIŞTIRMAYINIZ)


Ülke nüfusu 2014 sayımına göre  3.871.000 kişi. 10 federal birimden oluşan bu federasyonun da, Sırp Cumhuriyeti’nin de başkenti Sarajevo. Nüfusu 370 bin. Civarındaki yerleşimleri de eklersek bu sayı 610 bin’e çıkıyor. Müslümanların, Sırpların ve Yahudilerin çok uzun yıllardır beraber yaşadıkları bu topraklar okur yazarlık, yaşam kalitesi ve kültürel ve doğal kaynaklarının etkisiyle son yılların en cazip turizm merkezlerinden biri haline gelmiş. Hem NATO adaylığı hem de AB adaylığı var, katılımı henüz mümkün görünmese de.


Bu ülkede nüfusun dağılımı kalabalıklığına göre sırayla Boşnak, Sırp ve Hırvat. Ancak etnik grubuna bakılmaksızın her vatandaş Bosnalı olarak adlandırılıyor. Hersek bölgesi ise sadece isim olarak mevcut olup fiilen bir varlığı yok.


Ülkede hem latin hem de kiril alfabesiyle yazılmış tabelalar, ilanlar görebilirsiniz. Buradan çıkarılacak en basit sonuç kiril alfabeli dükkanların sahiplerinin sırp olduğu.

 
Plakalarda BIH harfleriyle temsil edilen  Bosna’nın Adriyatik kıyısında 20 km lik bir sahili var, hepsi o. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra kendisine düşen topraklar karasal bölgede kalmış. Yazları sıcak, kışları soğuk ve karlı geçiyor.

 
Tarihçesine bakarsanız Neolitik çağa kadar uzanıyor, Keltler, Slavlar bu bölgede genel olarak hakim olmuş. 14. yy dan sonra Osmanlı hakimiyetine geçmiş, 19. yy ın son bölümüne kadar ülkenin sosyo-kültürel görünümünü değiştirmiş. 1992 de Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiş ve ne yazık ki 1992-1995 arasında yaşanan Bosna Savaşı’nda ağır tahribat almış. Tarih dersinde 1. Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olarak gösterilen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliaht Prensi Arşidük Franz Ferdinand’ın ulusalcı bir sırp öğrenci olan Gavrilo Princip tarafından vuruluşu anlatılırdı bize. İşte bu abinin vefat ettiği ve dünya tarihin önemli bir bölümünün yazılmasına neden olan vakanın yaşandığı yer Latin Köprüsü'nün hemen yanıbaşında. Sarajevo'nun ortasından geçen Miljacka nehrinin üzerindeki köprülerden biri. Yugoslavlar bu köprüye suikastçi Princip’in adını vermişler ancak 1993 yılında Princip terörist ilan edilmiş ve bu isim terk edilmiş. Köprüye Latin Köprüsü denilmesinin sebebi geçmişte  köprünün  Başçarşı tarafında Müslümanların, diğer tarafta ise Hıristiyanların yaşıyor olması.






 


Ülkede dört büyük nehir var, Sava, Drina, Neretva, Bosna. Sarajevo’nun içinden geçen nehir ise Miljacka. Bosna nehrine kavuşuyor. Vrbas da dağlar arasında kıvrım kıvrım akarken hoş manzaralar sunan bir nehir.

 
1984 yılında  Kış Olimpiyatları burada yapılmıştı. Halen de kayak merkezleri yoğun talep alıyor. 2017 yılında gençlik olimpiyatlarına ev sahipliği yapacak olan Sarajevo’nun ismine gelince:

Bu bölgenin adının  tarih kayıtlarında rastlanan en eski kullanım şekli VRHBOSNA.
Sarajevo, Türkçe' deki saray kelimesinin slav dilindeki yazılışı ile başlıyor, evo eki ile bitiyor. EVO nun slav dilinde yer anlamına geldiğini belirten kaynakların aksine bazı kaynaklar ise EVO’nun OVA olduğunu (Saray Ovası) ifade ediyor. Bazı dil bilimciler ise SARAY’ın bildiğimiz saray değil, hükumet binası, idare merkezi anlamında kullanıldığını söylüyorlar.


 

Sarajevo’ya  Avrupa’nın Kudüs’ü, Kuzeyin Şam’ı gibi benzetmeler yapılıyor. Benim fikrim ise: Avrupa kıtasını modern bir villa kabul ederseniz  Sarajevo şimdilik bu villanın şark köşesi olabilir ancak.

16 Ocak 2015 Cuma

SARAJEVO'NUN LEZZETLERİ


Seyahat etmenin en keyifli yanlarından biri yöresel yiyecekleri tatmaktır bana göre. Sarajevo bu hususta çok baştan çıkaran bir şehir. Boşnak mutfağını en leziz halleriyle tatmak için Başçarşı’da tadımlar yapmak gerekiyor.
 


Boşnak böreği, ya da kendi deyişleriyle BUREG, bizim böreklere sadece ismen benziyor. Tadı bir başka. (Yazıyı yazmaya çalışırken ağzımın sulanmasına mani olmakta zorlanıyorum.)  Kıymalı, patatesli, peynirli ve ıspanaklı seçenekleri var.  Kıymalı börek bizim kıymalı böreğe hiç benzemiyor, etler neredeyse köfte kıvamında, miktarca bol ve fazla baharatı yok. Üzerine yoğurt veya kaymak konularak servis ediliyor.

Bosna’da ayran içmek istediğinizde size yoğurt getiriyorlar, bir miktar çırparak sulandırılmış haliyle.
 
 
Cevapi denilen meşhur köfte leziz mi leziz bir tat. Başparmak kalınlığında ve uzunluğunda köfteler, tam kıvamında baharatı ile közde suyu korunarak pişiriliyor ve yuvarlak pidelerin içine konularak doğranmış soğan ve kaymak ile servis ediliyor.  Köftenin yassı olarak pişirilen versiyonları da var.


Bataci Piletina/Teletina, sıcak yemek yapan restoranlarda ve bazı börekçilerde de bulabileceğiniz fırında tavuk-patates ya da incik-patates yemeği.

Bey ya da Begova Çorbası, tavuklu, bamyalı, terbiyeli bir çorba ama ben içmedim.

Bizde meze kategorisinde bulunan ajvar (Kırmızı biber ve patlıcan ile yapılıyor) Sarajevo’da kaldığım otelde her sabah soframızı şenlendiren nefis bir yiyecekti. Bir kavanoz da satın alarak İstanbul’da bu keyfe devam ettim.

Sütlü tatlılarla arası iyi olanlar "üç süt" anlamına gelen Trileçe'ye bayılacaktır. Bizde yapılanın aksine onlar sadece karamel sosuyla satışa sunuyor. Bunun dışında bizlere  aşina şerbetlenmiş hamur tatlıları da satılıyor pastanelerde. Lalanga, kalburabastı, baklava, kadayıf gibi.


 
Boşnak sahanı, soğan dolması  ve bizdeki mantının Boşnak versiyonu olan klepe diğer tadılabilecek yemekler arasında. Başçarşı’daki restoranlarda bunları bulabilirsiniz.


Sarajevo’nun tanzim satış mağazalarından alabileceğiniz isli et (Boşnak pastırması),  isli peynir ve kaymak mideye bayram yaptıracak ayarda. Gradska Trznica'nın içindeki Münire ve Tarık Babic'in tezgahına uğramanızı öneririm.

                                

Alkol oranı yüksek olan meyve rakıları Rakija için dikkatli içilmeli uyarısı yapılıyor. 6 yıl önce ülkeyi ilk ziyaret ettiğimde ev yapımı rakıyı deneyip çarpıldığımı çok net hatırlıyorum.  Erikli, armutlu, üzümlü modelleri var.  Şehrin milli birası Sarajevsko yaygın olarak satılıyor. Gayet lezzetli bir bira. Normal ve light-limonlu çeşitlerini denedim.

 

 
Bu bölge şarap üretimi açısından da şanslı. Bağları bereketli. İklimi kuzeye göre daha yumuşak olan Mostar çevresinde üretilen şaraplar dünya şarapları ile yarışır. Üzüm cinsi olarak kırmızıda Blatina ve Vranac, beyazda Grasevina; bölge olarak Carska ve Mostar tavsiye olunur.


Sarajevo’ya gelmişken Mostar’ı görmemek olmaz diyenlere Sarajevo-Mostar yolu üzerinde nehir kıyısı boyunca sıralanan kuzu çevirmecileri tavsiye ediyorum. Hem turistlerin hem de yerel halkın rağbet ettiği Zdrava Voda (Sağlıklı Su) restoranda (şayet yer bulabilirseniz) mis kokulu kuzu etini mutlaka tadınız.




 

SARAJEVO'NUN GÜLLERİ


1992 yılının nisan ayında başlayarak neredeyse 4 sene boyunca devam eden kuşatma ile Sarajevo kenti Sırplar tarafından ağır şekilde tahrip edilmişti. Bizler de bu dehşeti her gün televizyonlarımızdan seyretmiştik. Binlerce insan öldürüldü, çocuklar öldü. Avrupa’nın barışçı büyük (!) devletleri sessizce izledi olanı biteni.  Ülke ağır darbe aldı. Ölüleri koyacak yer bulmakta zorlanıyorlardı. Açık arazilerin, parkların çoğu toplu mezarlık olarak kullanıma açıldı,  1984 yılında kış olimpiyatlarında kullanılan spor alanları bile mezarlığa dönüştürüldü.

İşte bu tatsız günleri unutturmamak adına gökten sağanak gibi yağan bombaların sonucunda havan mermilerinin yerlerde bıraktığı izleri kırmızı reçine ile renklendirilerek yerlere saçılmış pembe gül yaprakları havası vermişler. Sarajevo’nun gülleri böyle hüzünlü bir anlama sahip. İzler en az 1 kişinin öldüğü yerler belirlenerek yapılmış. Ölenlerin isimleri izlere yakın bir noktaya mermer bir tabaka üzerine yazılarak yaşatılıyor. Asfalt yenileme çalışmaları devam ettikçe güller de yok oluyor. Ancak şehrin dikkat çekici noktalarında bulunan izler kırmızı boyası  tazelenerek korunuyor.
 


Savaş anıları tazelenmemeli ancak bir daha tekrarı olmasın diye yaşatılmalı. İbret olmalı, ders alınmalı. Bundan böyle benzeri rezillikleri kimsenin yaşamaması dileğiyle...

 

14 Ocak 2015 Çarşamba

SARAJEVO'DA ALIŞVERİŞ

Bosna Hersek’in başkenti Sarajevo’ya gittiğinizde diğer Avrupa kentlerinden farklı bir atmosfer ile karşılaşıyorsunuz. Burası Osmanlı izlerini derinden taşıyan bir şehir, Avrupa sınırları içinde olsa da Avrupalı gibi değil. Ama oryantal da değil.
 
Gelmişken neler satın alabilirim diye düşünüyorsanız satın alacağınız şeylerin ağırlıklı olarak gıda olacağını söylemeliyim. Sarajevo’da 2 büyük AVM var. (Büyük derken bizim ölçülerimizle düşünmemelisiniz tabii.) Bunlardan biri BBI Center, diğeri ise XYZ Center. Bildik Türk markalarının mağazalarını da bulabileceğiniz bu AVM lerde acil ihtiyaç duyabileceğiniz her şey var ancak özel olarak alışveriş yapmak gereksiz.
 
Boşnaklara özgü yiyecekler valizinizin bir köşesini mutlaka işgal etmeli. (Yiyeceklerin gümrük sınırlamaları nedeniyle el çantanızda olmamasında yarar var.) İsli et mutlaka alınmalı. Yumuşacık, az yağlı nefis bir tat. İster çiğ olarak, ister üzerine yumurta kırarak, ister kuru fasulyeye arkadaşlık ettirerek tadına varabileceğiniz bir lezzet. Kajmak diye yazılan kaymak, Bosna’da hem böreklerin, hem de Boşnak köftesi Cevapcici’nin olmazsa olmazı. İster yoğurtla karıştırın, ister sade tüketin. Kahvaltılık ajvar da nefis.
 

 
 
Boşnak şarapları oldukça lezzetli. Şehirdeki marketlerde seçenek daha fazla olduğundan şarap alışverişinin havaalanına bırakılmaması gerek. Toz kırmızı biber, vegeta sebze tozu yine marketlerden alınabilir. Özel sunumlu kahve fincan setleri  Başçarşı’da kolaylıkla bulunabilir. Kahve için ise kokuyu takip etmek yeterli. Birkaç pastanede tahin helvası ve benzeri şekerli tatlılar var. Ayrıca yanınızda götürmeseniz de triliçe tatlısını menşe ülkesinde yemelisiniz.
 
 
Başçarşı’da bir türlü açık yakalayamadığım Dendi şapkacısını da çok methederler. El yapımı şapkaları denemek ve satın almak için gözünüz dükkanın kapısında olsun.
 
Sebilin bulunduğu meydana çıkan sokaklardan birinin başında minik bir kitapçı var, ülke tarihine dair Boşnakça veya İngilizce yayınlar okumak isterseniz burada zengin bir kitap arşivi var.
 
Başçarşı hediyelik-hatıra eşya  açısından oldukça fazla seçenek sunuyor misafirlerine. Tarihi Bedesten’i  (Bezistan) şimdilerde fazla turistik bir havaya bürünmüş ise de geçmişi koklamak için bir uğramakta fayda var.

 
 
 
Bosna, çok acılar çekmiş, hala tam olarak toparlanamamış çünkü ülke içinde etnik grupların çekişmesi devam ediyor. Bu sebeple şayet Boşnak kardeşlerimize destek olmak istiyorsak alışverişlerimizi yabancı sermayeli Konzum gibi marketlerden değil , kendi işlettikleri marketlerden  yapmak gerekir diye düşünüyorum. Konzum marketlerde satılan çoğu ürün ithal.

HALLSTATT


Avusturya denince akla ilk gelenler Viyana, W.A.Mozart, kayak, kahve ve çikolata olur genellikle. Avusturya’yı görmeye gidenler Viyana’yı gezer, geri dönerler.

W. A. Mozart hayranları için kuşkusuz Salzburg’un da büyük önemi vardır. Birkaç saatlik tren veya otobüs yolculuğundan sonra ulaşılır Salzburg’a, ama hiçbir zaman layık olduğu ilgi gösterilmez bu küçük ama ruhu zengin kente....

Avusturya’yı kayak tutkuları için seçenler ise Innsbruck’a giderler, ama genellikle Viyana’yla sınırlı kalır Avusturya yolculukları..

Oysa çoğu kimse cennetin Avusturya’da olduğunu bilmez. Geçmiş yıllarda doya doya gezdiğim Viyana’dan sonra, biraz da W. A. Mozart’ın 250. doğum yılı kutlamalarının beni ateşlemesiyle 2006 nın Mayıs ayında Salzburg’a gitmeye karar verdim. Salzburg turizm bürosunun jest yaparak posta yolu ile gönderdiği broşür, kitapçık ve rehberleri incelerken gezimin Salzburg’la sınırlı kalmayacağını anladım.

 
Hani şu ajandalara, takvimlere, internette dolaşan sunumlara konu olan ve genellikle göl kenarında yer alan küçük kasabalar vardır ya, işte onlardan birini gördüm broşürlerin bir yerinde. Salzburg’dan ulaşılması pek de kolay olmayan ve bozulmamışlığını da bu zorluğa borçlu olduğunu düşündüğüm Hallstatt, Avusturya’nın imparatorluk dönemlerinde kaplıcalarıyla ünlenen Bad Ischl kentinden birkaç aktarmayla ulaşabileceğiniz bir kasaba. Yukarı Avusturya’da, Salzkammergut bölgesinde yer alan birkaç kasabadan biri ve şüphesiz en güzeli. Ama dedik ya, kasaba kelimesi Hallstatt’ı tanımlayacak doğru kelime değil aslında. Sanırız Tanrı cenneti buraya getirmiş. Tabii bunu farkeden yalnız ben değilim. UNESCO da 1997 yılının aralık ayında Dünya Kültür Mirası listesine almış Hallstatt’ı. Geçmişi yaklaşık 7000 yıl öncesine, bronz çağına kadar uzanan bu kasabada sadece tek bir yol var, araç trafiğine neredeyse hiç izin verilmiyor. Yolun başından sonuna yürümek azami yarım saatinizi alıyor. Bu masalsı güzergahta ilerlerken şirin kilise, ufak şelaleler, tuz ürünleri satılan sevimli dükkanlar kesiyor yolunuzu. Tuz dedim de.. Bir rivayete göre ”HALL” kelimesi seltik dilinde “tuz” anlamına geliyor, kasabanın meşhur olduğu tuz madenlerini temsil ediyor, başka bir iddia da “Hall” kelimesinin eski Alman dilinde bir kelime olduğu üzerine. Tabii bu tarihi bilgiler kasabanın doğal güzelliğinin yanında sadece ayrıntılar.

Hallstatt’ta fünikülere binerek tuz madenlerini ziyaret edebilir, hiking yapabilir, kasabanın binlerce yıllık tarihini anlatan müzesini gezebilir, ünlü Beinhaus’taki ilginç sergiyi görebilir, hatıra eşya dükkanlarından tuz örnekleri satın alabilir, Hallstatter See gölü kenarında saatlerce manzara seyredebilirsiniz. Göl turuna katılabilir, kışın kayak yapabilirsiniz. Ve fotoğraf çekmeyi sevenler...Burası sizin cennetiniz.

Beinhaus kelime anlamıyla “kemik evi” demek. Kasabanın mezarlığının nüfus için son derece yetersiz olmasından dolayı ölülerin kemiklerini makul bir süre sonra mezardan çıkartıyor, çeşitli boya ve süslemelerle sergiliyorlar - tabii aile adlarını da belirterek.
 

Sık seyahat edenler bilirler: Nerede olursanız olun, Türkler oradadır. Nüfusu bin kişiden fazla olmayan Hallstatt’ın sükunet kokan güzergahında ilerlerken “Dönerci Baba” yla karşılaşmak beni şaşırtmadı.
Hallstatt, şairlere, ressamlara ilham verecek ve nefes kesecek kadar güzel. Şair veya ressam olmadığıma hayıflandım hiç kuşkusuz. Bu görsel zenginliği objektifime  hapsetmeye çalışırken, farkında olmadan bu masalsı kasabanın güzelliğinde kendim hapsoldum. Zamanın durduğu bu baş döndürücü mekana bir gün mutlaka yeniden gelmeyi hedefleyerek son kez baktım.