10 Ekim 2012 Çarşamba

DUBAI

Tarih boyunca insanoğlu zenginlik peşinde koşmuş. Önce suyu takip etmiş, nerede deniz var, nerede nehir var, orada kurmuş medeniyetleri. Su yetmemiş zamanla, doğada az bulunan kaynaklardan medet umar olmuş. Elmas ve altın başı çekmiş. Doğayı tahrip etme pahasına, şaşırmış bir açlıkla ve hırsla madenden bir dünya kurmuş kendine. Ve nihayetinde petrol bütün kötülüklerin anası olmuş. Bugün de çevremizde yaşanan bütün krizlerin altında petrol yatıyor. Ben petrolün sosyo-ekonomik etkilerini yazmayacağım. Dubai’yi yazacağım. Bir petrol kentini.

Gölgede kırkbeş dereceye varan kıraç bir alanken, petrolün ve vergisiz ticaret bölgelerinin kurulmasıyla bir anda çölden vahaya dönüşen, Birleşik Arap Emirlikleri’nden biri olan Dubai. Daha 1800 lerdeyken  Al Maktoum ailesince kurulan bu emirlik bugün de aynı aileye mensup Şeyh Muhammed bin Raşit al Maktoum tarafından monarşi sistemiyle yönetiliyor. Şeyhin fotoğrafları gideceğiniz her yerde gözünüze çarpıyor.

 
Dubai’nin eski bölgesi kuyumculukla uğraşan esnafın bulunduğu, klasik anlamda çarşısı-pazarı (Souk), giyim kuşam dükkanları, erkeğin bir adım gerisinden yürüyen siyah çarşaflı hanımlarla beyaz abayalı (jalabiya da deniyor) beylerin sıkça gözünüze çarptığı dar ve kalabalık sokaklarıyla klasik bir arap kentinden farksız. Klimayla serinletilmiş otobüs duraklarında otobüs bekleyen halkla kaynaşmak ya da dev bir şantiyeye benzeyen bu geniş topraklarda  manasızca dolaşmak istemiyorsanız çoğu Pakistan veya Hindistan’dan göç etmiş taksi sürücüleriyle pazarlık ederek her biri birbirinden gösterişli alışveriş merkezlerine gitmeniz gerekiyor. Zira burada herhangi bir tarihi veya doğal zenginlik olmadığından gezecek, görecek başka bir şey de yok. Hele de nisan-eylül arası gittiyseniz, beş (ve hatta  bir rivayete göre 7 yıldızlı otelleri ve incecik kumlarıyla Dubai plajları dayanılmaz derecede sıcak olacak ve sizi deniz keyfinden mahrum bırakacaktır.

Vergisiz ticaret bölgesi oluşuyla ticaretin de merkezi haline gelen Dubai, bir kısmı görgüsüz denilebilecek gösterişte alışveriş merkezleriyle dolu. Her birini layıkıyla dolaşmaya kalkarsanız bir haftayı rahatça geçirebilirsiniz. Bu merkezlerden en ünlüsü, halihazırda dünyanın en yüksek binası da olan ve en üst katında Şeyh Al Maktoum’un ofisi bulunan Burj Khalifa’nın avlusundaki Dubai Mall. AVM ler içinde en büyüğü de bu. Binden fazla mağazanın yanı sıra, bir buz pisti ve büyük bir akvaryum (Dubai’de akvaryumlara bayılıyorlar) da var.  Ancak ne New York şehrinden daha fazla ziyaret edildiği söylenen Dubai Mall, ne de içerisinde barındırdığı ve yapıldığı dönemde dünyaya “paranın gözü kör olsun” dedirten kayak merkeziyle Mall of the Emirates favori yerim olabildi. Otantik souk’ları ve atmosferiyle,  rezervasyonsuz yer bulmanın mucize olduğu  uluslararası konseptli şık restoranlarıyla Souk Madinat Jumeirah gerçek anlamda Dubai’ydi benim için. Yolunuzu mutlaka düşürmenizi öneririm.



Dubai’nin simgeleşmiş iki yapısı var. Biri Burj El Arab oteli, diğeri ise Palmiye Adası. Konaklama yapmıyorsanız, içerisinde fotoğraf çekmek için dahi ödeme yapmanız gereken, şaibeli yedi yıldıza sahip Burj El Arab, bir bağlantı yolu ile anakaraya bağlanan bir adacık üzerinde inşa edilmiş. Uzaktan bir yelkenliye benziyor. Denize bakan tarafında devasa bir haç olduğu iddiası bir dönem dilden dile dolanmış olsa da mimarının agnostik olduğu ve herhangi bir dine inanmadığı düşünülürse bunun doğruluğu da tartışılır kanaatindeyim. Palmiye adası ise başka bir alem. Deniz üzerinde palmiye ağacı şeklinde suni bir alan oluşturularak inşa edilen ve 100 yıllığına satılan ultra lüks evlerin fiyatları dudak uçuklatıyor. Üstelik her şeyin Şeyh’e ait olduğu bu ülkede evlerin tapuları da öyle. Adanın uç noktasında gösterişin had safhaya ulaştığı Atlantis Palm Hotel göz dolduruyor ancak yemekleri o derece etkileyici değildi.
 
Alışverişi seviyorsanız Dubai sizin için cennet. Yakıcı sıcakta yapılacak başka bir şey de yok gibi. AVM ler hem günlük alışveriş için cazip, hem de sosyal hayatın vazgeçilmez bir parçası. Özellikle Dubai’de yaşayan yabancıların (ağırlıklı olarak İngilizler) buluşma yeri haline gelen merkezlerde  mağazaları dolaşan İngiliz çiftler ve peşlerinde bebek arabasını , bebekleri ve alışveriş poşetlerini  taşıyan Pakistanlı, Hintli, Bangladeşli  yardımcıları sık sık göreceksiniz. Göçmenler, Dubaililerin yapmaya tenezzül etmediği işleri yapan kitle. Temizlik, bakıcılık, şoförlük, taşıyıcılık gibi işlerde hep bir Pakistanlı, bir Hintli görüyorsunuz.

Bir çöl üzerine inşa edildiği halde ellerinden geldiğince yeşertmeye çalışmışlar Dubai’yi. Yol kenarlarına bol bol palmiye ağaçları ve sıcağa dayanıklı çiçekli bodur ağaçlar ekmişler. Şehir büyümeye devam ediyor. Yol yapım çalışmaları kentin belli bölgelerinde trafiği felç etse de sıfırdan gelinen nokta göz dolduruyor. Sırf bunu gözlemlemek için bile gitmeye değer.


7 Ekim 2012 Pazar

KÜRESELLEŞME


Bundan beş yıl önce, belki de yavaş yavaş monotonlaşmaya başlayan hayatımda bir renk olsun diye, ama ağırlıklı olarak bir çocukluk hayalini gerçekleştirmek arzusuyla İtalyanca öğrenmeye karar verdim. Bu işin İstanbul’daki piri İtalyan Kültür Merkezi. Karlı bir ocak ayı, hem de genellikle fosur fosur uyumayı tercih ettiğim bir pazar sabahıydı. Maraton başladı. Sınıflarda yaşça en büyük hep bendim. Bunun getirdiği eziklikle herkesten daha sıkı çalıştım. Hiç devamsızlık yapmamaya gayret ettim. Kurları tamamladığımda İtalyanlar kadar konuşamıyordum elbet ama işimi görecek, meramımı anlatacak kadar birikimim olmuştu. Hatta üçüncü kurun sonunda 100 tam puan aldığım ve genel ortalamam çok yüksek olduğu için İtalya’da 1 ay burs kazandım ancak babamın kalp kriziyle aynı döneme denk geldiği için tereddütsüz reddettim. Bugün İtalya’da birçok arkadaşım var, birbirimize gidiyoruz, geliyoruz, tatiller yapıyoruz, her seferinde yeni insanlarla tanışıp kaynaşıyorum. Ve kendi kendime aferin diyorum. Ve kainat için minik ama benim için büyük bir adım olan bu harekette şükran duygularımı sunmam gereken iki isim var: öğretmenlerim Meltem Kara ve Aydan Ustaoğlu.
Paylaşmak istediğim anekdot ise Amsterdam’da yaşandı. Sıkça gitmekten zevk aldığım şehirlerden biri olan Amsterdam’daki bir gezimde durakta tramvay bekliyordum. Bir süre sonra durağa sevimli bir çift geldi. Konuşmalarından İtalyan olduklarını anlamam uzun sürmedi. Ellerinde kocaman bir harita, bir haritaya, bir etrafa bakıyorlar, besbelli bir yer arıyorlardı. Gülümseyerek onları izledim. O sırada gözlerimiz kesişen delikanlı bana tebessüm ederek müzikal bir aksanla İngilizce olarak çiçek pazarını sordu. Hani Mazhar Alanson’un  şu meşhur Sarı Laleler’i aldığı pazar. Amsterdam’ı avucumun içi gibi bildiğimden tarif etmem zor olmadı. Üstelik genç çiftin hayret dolu bakışları arasında tarifimi İtalyanca yaptım. İkisi de şaşkın bir suratla beni dinledi, adresi anladı ve bana sevinçle teşekkür ettiler. Delikanlı duraktan ayrılmadan önce bana “Hollanda’da İtalyanca bilen bir Hollandalıya rastladığımıza çok şaşırdık, çok da sevindik” dedi. Ben ise dudaklarımda muzip bir gülümsemeyle akıllara yerleşmiş Türk imajını yerle bir etmenin keyfi içinde “Sono turca” yı yapıştırıverdim. (*) Gençlerin yüz ifadesini fotoğraflayabilmeyi çok isterdim.


(*)  Ben Türküm.
 
 

27 Temmuz 2012 Cuma

Le Panthéon

Paris, ilk kez yurtdışına çıkacak tüm dünya turistlerinin listesinde ilk üçtedir. Benim Paris’i görmem için 2 yıl geçmesi gerekti. Soğuk bir ocak ayında bir haftasonu kaçamağıyla keşfettim, bir daha da kopamadım. O gün bugündür her yıl gitmeye çalışıyorum. Paris yazmakla anlatılacak, anlatmakla bitirilecek bir şehir değil. Dünyanın her kentinden bir parça taşıyan, ama buna rağmen kendi başına bir dünya olan bir başkent. Bu sevdama bağlı olarak, sayfalarımda zaman zaman Paris’ten esintiler okuyacaksınız.
Emekli olunca tek odalı bile olsa bir daire alıp (ya da kiralayıp) imkanım olduğunca Paris’te yaşama hayallerim var.  Bu hayali öyle ileri götürdüm ki şehrin hangi bölgesinde yaşamak istediğimi bile belirledim. (Her şey oldu bitti de bu kısmı eksik kaldı sanki J ) Latin Quarter denilen, Seine nehrinin sol kanadında yer alan bölge, St.Germaine des Pres, gönlümde yatan aslan. Hayaller ne kadar gerçekleşir bilinmez ama bir gün bu şehirde yaşamak mümkün olmasa dahi sokaklarında avarelik etmekten asla vazgeçmeyeceğim yer Latin Quarter. Bu yazımın konusunu teşkil eden Le Panthéon da burada yer alıyor. (RER ile Luxembourg, Metro ile Cardinal Lemoine durağı)  An itibariyle 7 Euro vererek gezebilirsiniz.


Hun İmparatoru Attila Han’ın saldırılarına karşı Paris’i koruduğuna inanılan Azize Genevieve adına yapılmış bir kilise burası. Yunanca bir kelime olan Panthéon, “her bir tanrı” demek.  Fransa Kralı 15. Louis geçirdiği bir rahatsızlık sırasında eğer iyileşirse, Azize Genevieve adına yapılmış ve daha sonra yıkılmış ibadethane yerine kaim olmak üzere bir kilise inşa ettirmeye söz verir. İyileştiğinde de sözünü tutar. (Hastalığının gut olduğu konusunda rivayetler var) Yapımına 1758’da başlanır, Fransız İhtilali günlerinde inşaat biter. İki yıl sonra alınan bir kararla bu muhteşem yapının kiliseden mozoleye çevrilmesine karar verilir. Fransız kahramanları  ve  entelektüellerinin ebedi istirahatgahı olarak kullanılmaya başlanır. Tarihi boyunca zaman zaman yine kiliseye dönüştürüldüyse de, Panthéon genel olarak aydınların toplanma yeri ve mozole olma görevini yürütmüştür.

Panthéon’da kimler var?  Yazar, tarihçi ve filozof Voltaire, radyoaktivitenin kaşifleri  Marie ve Pierre Curie (Bayan Curie Panthéon’un tek kadın misafiri) , körler alfabesinin babası Louis Braille, sosyalist lider Jean Jaurés, gazeteci-yazar Emile Zola, filozof Jean- Jacques Rousseau, bir edebiyat dehası Victor Hugo ve  Üç Silahşörler Athos –Porthos- Aramis’e (ve daha sonra aralarına katılan D’Artagnan’ı da es geçmeyelim), Monte Cristo Kontu’na can veren  Alexandre Dumas,  Panthéon’da ziyaret edebileceğiniz kişilerden sadece bir kısmı.

Jacques Chirac, ölümlerinin yüzüncü, ikiyüzüncü yıldönümlerinde değerli şahsiyetlerin mezarlarını buraya taşıtmış. Belki bu şekilde zamanında sessizce göçüp giden dehalardan özür dilenmiş. Bir cenazenin  Panthéon’a sonradan nakil olabilmesi için Fransız meclisinin tümünün onayı ve vefat eden şahsın ailesinin kabulü şartı aranıyor.




Gözünüz yerse 206 basamakla kilisenin çatısına çıkıp Paris'e bir de bu açıdan bakabilirsiniz. Bu hususta bir tecrübem olmadığı için yapın veya yapmayın diyemiyorum. Çıkanların çok mutlu döndüğünü biliyorum. Kilisenin içinde de epey zaman geçireceğinizi garanti edebilirim. İzlemesi enteresan bir de sarkaç var Panthéon'da. 1851'de Leon Foucault'un dünyanın dönüşünü açıklamak üzere kurduğu, orjinali artık Sanat ve Bilim Müzesi'nde sergilenen sarkacın bir kopyası burada, bütün heybeti ama bir o kadar da sadeliği ile ziyaretçilerin hizmetinde.


26 Temmuz 2012 Perşembe

Qumran (Ölü Deniz) Yazıtları

Dünyanın en tuzlu birkaç su alanından birisi, Ürdün ve İsrail toprakları arasında yer alan Ölü Deniz’ dir. Biz ona Lut Gölü de diyoruz. Deniz seviyesinden 423 metre aşağıda yer alan göl, bu özelliği ile dünya sıralamasında ilk sırada. İsrail’in geneline hakim olan Akdeniz iklimi Ölü Deniz’e geldiğinizde tamamen değişiyor. Yoğun bir sıcaklık başlıyor, oksijen oranı artıyor. Özellikle yaz aylarında 40’lı derecelerde seyreden sıcaklık, kışın 30’lu derecelere düşse de az yağış alan bu bölgede genellikle güneşli bir havanın hüküm sürdüğü söylenebilir. Sadece bakteri ve mikrop barındıran ancak  yüksek tuz oranı sebebiyle diğer canlıların yaşamasına imkan vermediğinden   “ölü” olan bu göl, ne yazık ki çevresel faktörlere bağlı olarak miktarsal olarak da ölüyor.
Göl, bir şifa kaynağı. Aşırı tuzdan dolayı su içerisinde batmak imkansız. Bu da gölde yapılan banyoyu çok keyifli hale getiriyor. Oldukça ılık olan suyun içinde birkaç dakikadan fazla kalınamıyor tabii, tuzun yakıcılığı çok fazla çünkü. Birçok cilt hastalığına da iyi geldiği söylenen gölün çevresinde konaklamaya da imkan sağlayan tesisler var . Buharlaşmaya bağlı olarak çekilen sular neticesinde sahile hakim olan tuz öbekleri,  çamur banyoları, polen ihtiva etmeyen temiz havası ve muhtelif güzellik müstahzarları ile adeta bir sağlık ve cazibe merkezi olan Ölü Deniz’in şöhreti bunlarla sınırlı değil.

Bölgenin kuzeyine, Batı Şeria’ya doğru ilerlediğinizde düşük rutubet-yüksek oksijen oranı  ile tarihsel bir mucizeye de tanıklık eden Qumran’a varıyorsunuz. Bugün tamamen bir arkeolojik site olan Qumran’da yerleşim bulunmuyor. Hikayesi aslında Helenistik döneme kadar uzansa da, dünya ve dinler tarihi açısından 1946 yılını milat olarak almak mümkün. 1946’da Muhammed edh-Dhib isminde bir Bedevi çoban, yanında kuzeni Cuma Muhammed ve Halil Musa ile birlikte sürüyü gezdirirken bir çukura düşer. Burası aslında yüzlerce yıldır kapısı dünyaya kapalı bir mağaradır. Cuma, mağarada bazı toprak kaplar fark eder, kaplarda rulolar halinde parşömenler vardır. Bu parşömenlerin ne olduğu hakkında çoğu kimsenin fikri yoktur, bir sinagogdan çalınmış Tevrat sayfaları olduğu düşünülür. Pazarda antika eserler alıp satan Halil İskender Şahin, bulunan sayfalara yaklaşık 30 Amerikan Doları bir bedel öder. Elden ele dolaşan parşömenler, American Schools of Oriental Research’ün arkeologlarından Dr. John C. Trever’in dikkatini çeker. Araştırma, araya giren Arap-İsrail Savaşı ile sekteye uğrasa da yaklaşık 1 yıl sonra mağaralara ulaşılır ve 1956 yılına kadar süren meşakkatli çalışmalarla sayısı 972 yi bulan metin (irili ufaklı tüm parçalar sayılırsa 100,000 adet parşömen parçası)  yüzyıllardır saklandıkları yerden günışığına çıkartılır.





Qumran ruloları 11 farklı mağarada, dağınık halde bulunmuştur. Bir kısmı Eski Ahit’ten bölümler içermekte, bir kısmı ise herhangi bir bilgi veremeyecek kadar küçük ya da dağılmış haldedir. Radyo-Karbon metoduyla  muhtelif parçalara yapılan testler, parşömenlerin M.Ö.250 ila M.S.65 yılları arasında yazılmış olduğunu ispatlıyor. Bulunan en eski İncil olduğunu söylersek yanlış olmaz. Yahudilik ve Hıristiyanlık tarihine ışık tutacak bilgileri içeren yazıtların incelemesi devam ediyor. Bir kısmı Avrupa ve Lübnan’da bulunmakla beraber çoğu parça Kudüs’te, İsrail Müzesi’nin  Shrine of the Book bölümünde sergilenmekte.  Uzun süreyle ışığa maruz kalmalarının olası olumsuz etkisini bertaraf etmek için parşömenler dönüşümlü olarak sergide tutuluyor. Müze gerçekten çok etkileyici. Kudüs’e yolu düşen herkesin gidip görmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak teknoloji bugün parşömenleri internet üzerinden de inceleme şansı veriyor bize.  (http://dss.collections.imj.org.il/) sitesine girerseniz en az zarar görmüş, bütünlüğünü en fazla koruyabilmiş parşömenleri siz de inceleyebilirsiniz.  


Deniz'in sesi

1999 yılının Ekim ayında, bir Cuma akşamı, kimsecikler bilmeden, görmeden, duymadan yaptım ilk yurtdışı seyahatimi. Pazartesi sabahı da geri döndüm. “Tek bir hakkın olsa nereye giderdin” sorusunun cevabına gittim: Mısır Piramitlerine, Kahire’ye. Her yönüyle birinci sınıf bir geziydi. İki gün sürdü ama bir ömre bedeldi. 

Dostlar sağ olsun, ısrarla neden bir blogum olmadığını sorar dururlar. Bu blog o dostlar için, kötü gün dostlarım için, anılarımı onlarla dilim döndüğünce paylaşabilmem için açıldı bu blog.