16 Ekim 2015 Cuma

HAYVAN MEZARLIĞI

Dilimize pelesenk olmuş bir söz vardır : Bu ülkede insan hayatı çok değersiz, deriz. Yolda yürürken 8. Kattaki bir pencerenin komple yerinden çıkıp aşağıda yürüyen bir adamın başına geçmesi hiç şaşırmadığımız bir hadisedir, ya da yaya kaldırımında yürürken araç hakimiyetini kaybeden bir sürücünün yayayı ezerek öldürmesi olağan şeylerdendir. Allah hepimizi kazadan beladan korusun.
İnsan hayatı bu ülkede değersizdir kuşkusuz ama insanımızın ölüsü de bir o kadar değersizdir. Karacaahmet Mezarlığında yatan annemin kabrine ulaşmak için kaç tane mezara basmak zorunda kaldığımı saymadım bile. Mezarlıklarımız çoğu kez bir kadının tek başına girip çıkacağı kadar emniyetli bir yer de değildir. Evsizlere ev, tinercilere barınaktır.
İnsan hayatı bu derece önemsizken, hayvanlarımızı hiç konuşmamak gerekir. Büyükada’daki zavallı atlar, sokaklarda topluca zehirlenen kedi ve köpekler, alenen zehirlemekten çekindikleri için barınağa götürmek bahanesiyle hayvanları arabalara doldurup ormanlık arazide ölüme terk eden belediyeler, vicdanı olan herkesi etkileyen gerçeklerdir.
 

2 yıl önce bana bir köpek hediye edildi. Annesinin altından 45 günlükken aldım, gözünü açtı beni gördü, artık hep beni görüyor kızım. Ben sağ oldukça da onun koruyucusu olmaya devam edeceğim. O benim kızım, belki doğurmadım evet ama doğursam bir bebeği de bu kadar severdim. Zaman zaman aklıma kötü şeyler geliyor, ona bir şey olsa ben ne yaparım, diye, ama hemen kovalıyorum kötü düşünceleri. Evham iyi bir şey değil.
 
Paris’in dışında, aslında merkeze metro mesafesinde ama resmi olarak Paris’e bağlı olmayan Asnieres-sur Seine şehrinde bir hayvan mezarlığı var. 2012 yılında gidip gezdim burayı. 1889 yılında kurulmuş bir mezarlık ve çok sayıda sadık dost burada ebedi uykusunda.

Tıpkı normal bir mezarlık gibi. Kapısı, güvenliği, çeşmeleri, ağaç ve çiçekleriyle, duygusal yazıları olan mezar taşlarıyla ve gözleri nemli ziyaretçileriyle insan mezarlığından hiçbir farkı yok. Mezar taşları ayrı ayrı birer abide sanki. Ölen hayvanın fotoğrafı olan var, ismi, biblosu, heykeli olan var.


Bazı mezar yerlerini incelediğinizde o ailenin yuva olduğu bazen 3, bazen 5 hayvanın aynı yerde yattıklarını görebiliyorsunuz. Hayvan sevgisi müdevver bir duygu, bizde olduğu gibi pet shoptan parayla alıp 3 ay sonra bakamadım bahanesiyle sokağa bırakmak yok onlarda. Tabii bu mezarlık olayı Paris’le sınırlı değil. Medeniyetin ayak bastığı her yerde var.

 
 


İşin daha vahim tarafı ülkemizde hayvanlar için bu kadar huzurla gidip hayvanınızı gömebileceğiniz ve sık sık ziyaret edebileceğiniz bir yer olmaması. Tuzla’da Allah’ın unuttuğu bir yerde açılan bir gömü yeri var bildiğim kadarıyla, bir de Ankara Gölbaşı’ da. Dini merkezli yönetildiğimiz ve beyni din odaklı çalışan insanlarla çevrili olduğumuz için dönem dönem “mezar taşı olmasın, yazı yazılmasın, hayvanlarla insanlar bir değildir” türünden itirazlara maruz kalıyor bu mezarlıklar. Ülkemizde köpek beslenen eve girilmez, köpek olan evde dua edilmez türünden maalesef çok geri fikirler hakim olduğu için başka ülkelerle kıyaslayamayacağımız durumda olduğumuzu üzülerek kabul etmek durumundayım.
 

 

8 Ekim 2015 Perşembe

BİTSİN İSTEDİĞİM ŞEYLER

Seyahat yazıları yazdığım blogumda bugün içimden geldi, gazete okurken, TV izlerken, webde dolaşırken ya da sokakta yürürken dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden şeyleri yazmaya karar verdim.  Kabak tadı veren, beni çok sıkan şeyler bunlar. Başkaları bayılıyor olabilir ama benim aklım almıyor. Sana ne, sen işine baksana diyorsanız, olmuyor, yaşadığım her an önüme çıkan bu saçmalıklar dayanma gücümü zorluyor.

* Asena-Caner Erkin haberleri (içim kaldırmıyor yeminle, kimdir bu arkadaşlar, medyatik olmak için ne yapmışlardır, ülkemize ne gibi hizmetleri vardır, her gün basında olmak için çaba mı sarf etmektedir, üstüne para mı vermektedirler, yaz kış demeden bunların peşinde dolaşan kameraman ve gazeteciler, sizin başka işiniz yok mu allahaşkına!)

* Sinem Kobal.  Zerre kadar rol kabiliyeti olmadığı halde bir şekilde TV dünyasına girmiş, ekranların en saygıdeğer (!) dizisi Selena ile yıldızı parlamış (!) tahammül ötesi sarışın.

* Parmaklarının arasında veya avucunun içinde güneşi tutuyormuş gibi yaparak fotoğraf çektiren veya devrilmesin diye destek veriyormuş gibi Pisa Kulesinde poz veren insancıklar (daha yaratıcı olun artık, bayatladı bunlar)



* Botoks (Vay anam vay, neymiş bu yüz çizgileri, kazık mı çakacağız dünyaya, ölmeyecek miyiz, her yaşın ayrı bir güzelliği var diyen Ajda başta olmak üzere nedir bu gerdirme, doldurma, şişirme işleri azizim, güzel mi oldunuz siz şimdi yüzünüze kimyasal zerk ettirince, o eller buruşmadı mı, o boyunlar katlanmadı mı, o ten yumuşamadı mı, çillenmedi mi, nüfus kağıdı da geri mi gitti o dolgularla beraber, insanın kendi yüzüne inşaat muamelesi yapması nedir arkadaş, nereye kadar yani, o suratlarda bir ifadesizlik, bir mal mal bakmalar, mimik yok, dudaklar çocukluğumun masallarındaki bi dudağı yerde bi dudağı gökte kahramanlar gibi, köfte dudak, m harfi b harfi söylenemiyor çünkü iki dudak birbirine kavuşmuyor, o dişler nedir, at mısın mübarek, deli gibi para harcanıyor bu işlere ama ortaya çıkana bak, tüm dünyayı sardı bu estetik salgını, hem de gencecik yaşta, hatta turizmi bile var, allah hayırlara çıkartsın)


* Selfie akımı (Türk Dil Kurumu özçekim şeklinde bir Türkçe karşılık da bulduğuna göre daha uzuuuun süre gündemi meşgul edeceği anlaşılan hadise. İnsanların kendilerine dönüşünü, ben'cilliklerini en güzel ifade eden hareket, bir foto çekeyim ama içinde ben de olayım çabası, ama bunu maaile yenilen bir yemekte değil de, "ben işerken, ben üşürken, ben salakken" ifadeleri ile yapmak, dudakları büzmek, gözleri büyütmek. Reklamın iyisi kötüsü olmazmış, sosyal medya PR ına devam)


* Dahi anlamına gelen -de -da ların birleşik yazılması, soru eklerinin birleşik yazılması, ki bağlacının birleşik yazılması. Yazılmaz kardeşim yazılmaz. İlkokul 2 de öğrendik bunları, ne zaman unuttunuz. Adam billboard afişi basıyor, orada bile hatalı. Hem de okul reklamı. O okula insan çocuğunu eli varıp da yollar mı? İmla hataları yüzünden gazete-kitap okumaktan soğudum.



* L harflerini kalın okuyan öküz gençlik. (yazı yazarken ifade etmesi güç belki ama Kalas kelimesindeki Las'ı okurken L harfini kalın sesle okuruz, lastik kelimesindeki Las ise ince okunur, Tv spikerleri dahil sokaktaki herkes L yi kalın okuyor, her kelimede. Laf, Klas, Lastik, Klasik gibi kelimeler kulak tırmalamaya devam ediyor.

* Râkım deniz seviyesinden yükseklik demek. RAAKIM diye okunur. A uzatılır. Aklıevvelin biri  ^ uzatma-inceltme işaretini kaldırdı ortadan. Ondan sonra da iş çığırından çıktı. Rakım yazılınca sanki telaffuzun da kısalması icap etti!!!! Rakıma buz koyun der gibi RAKIM demeye başlandı. Tiksindim vallahi. (Kısa okunacak Börek de Bööörek oldu, Allah sabrımı sınıyor)

* Görgü (nezaket) kurallarından bîhaber yaşayan insanlar, başkalarının hakkını gasp ettiğini bile bile ya da umursamayarak kendi yaşamını sürdüren asalaklar, sırf sinyal verdi diye yaptığı terbiyesizliğin doğal hak olacağını sanan trafik canavarları, tonlarca para ödeyerek spor salonlarına yazılan ya da spor merkezli sitelerde çılgınca aidatlar ödeyen ancak arabasını ille de oturduğu apartmana 10 santim mesafeye park edeceğim ve az yürüyeceğim diye otoparkta kural tanımayan şehir züppeleri, hangi birini sayayım bilmem ki.



* 0800 lü, 0212915 li, +30 lu hatlardan saçma sapan reklamlar için günde seksen kere arayan, mesaj yollayan firmalar. Ben engellemekten sıkıldım, onlar numara değiştirip aramaktan sıkılmadı. Bir de bedava şunu bunu kazandınız, arayın bizi demiyorlar mı, arayanın aklına şaşayım ben. (ama niye şaşırıyorum ki, evini barkını satıp bütün mal varlığını çöp konteynırına bırakanların olduğu bir ülkede buna inandırmak daha da kolay insanları.)

* Yıkanmayan, sudan sabundan korkan yurdum insanı. Metrobüste, otobüste atmosferi değiştiren, yıllanmış ter kokulu canlılar. İşlerine gelince dinden imandan bahseden, dinlerina laf söyletmeyen, ama 5 vakit abdest almayı (temiz olmayı) emreden dinlerine ihanet edercesine kokuşuk gezen vatandaşlar. Eskiden kolonya kullanırdı insanlar, artık o bile yok, hacıyağı gibi şeyler sürüyorlar, alkol olmayacak ya, haram ya, ter kokusuyla birleşince evlere şenlik bir durum oluyor.



* Film arasında reklam izlemek yerine reklam arası film izlemek zorunda kaldığımız Türk televizyonları. Ve aslında bunu denetlemekten sorumlu olması gerekirken, IQ seviyesi en dipte olanların bile bakınca ne olduğunu anladığı, reklam olacak veya insanların kanına girecek korkusuyla rakı kadehi, şarap bardağı, Coca Cola şişesi, sigara buzlama saçmalıklarla uğraşan  RTÜK. Devlet ve aileler çocuklarına doğru eğitimi verirse kimse yanlışa yönelmez, korkmayın. Şuraya bakın Allah aşkına, bu nasıl film böyle! Dünyanın hangi ülkesinde böyle saçma şeyler var? Bizi leyleklerin dünyaya getirdiği safsatasının uzantısı olan türk filmlerinde öpüşme sahnelerinin kesilmesi uygulamasını mumla arar olduk. Ama bu süreçte memlekette fuhuş aldı yürüdü, yurtdışından çeşit çeşit içki, bira ithal edildi, hatta o alkollü içeceklerin vergileri ile diyanet işlerine bütçe yapıldı. Gülsek mi ağlasak mı bu hallere?

 

21 Eylül 2015 Pazartesi

TANRI NEDEN BİR ÜNİVERSİTEDE DOÇENTLİK ALAMADI

Yıllar önce, yanlış olmasın ama 2001 veya 2002 yılında okuduğum ve sakladığım bir yazıyı buraya aktarmak istiyorum. İçindeki veriler tartışılabilir ama burada amaç tartışmak değil. Küçük bir gülümseme için....

TANRI NEDEN BİR ÜNİVERSİTEDE DOÇENTLİK ALAMADI?

1. Tek bir orjinal yayını vardı.
2. O da İbraniceydi.
3. Yayında hiçbir referans yoktu.
4.Yayın bir heyet tarafından denetlenen bir dergide çıkmamıştı.
5.Yayının ona ait olduğundan şüphe edenler bile bulunmaktadır.
6.Dünyayı yaratmış olabilir, fakat o zamandan beri ne yaptı?
7.Yardımlaşma konusundaki çabaları çok yetersizdi.
8.Elde ettiği sonuçları bilim dünyası ondan bağımsız tekrarlamada çok zorlandı.
9.İnsanları deney malzemesi olarak kullanma konusunda ahlak komisyonundan izin almadı.
10.Deneylerinden biri iyi sonuç vermeyince deneye katılanları suda boğdu.
11.Deney altına aldığı bireyler beklediği gibi davranmadığında genellikle onları cezalandırdı ya da deneyden sildi.
12.Derse hiç gelmedi. sadece öğrencilerine kitabı okumalarını söyledi.
13.Bazı rivayetlere göre kendi oğluna ders verdirdi.
14.İlk iki öğrencisini çok fazla öğrendiler diye okuldan attı.
15.Öğrencilerinin çoğu sınavdan geçemedi.
16.Kendileriyle görüşülebilecek saatler düzensizdi ve görüşmeleri için genellikle dağ başında randevu veriyordu.

20 Ağustos 2015 Perşembe

CHOLITAS


Bolivya, ziyaret edenleri bir çok özelliği ile büyülüyor, ama bu ülkeyi anlatan tek bir kelime sorarsanız “rengarenk” derim. Sokakları, pazarları, sofraları, giysileri rengarenk.

 




Dikkatimi en fazla çeken de hanımefendilerin giysileri oldu. Bizler gibi casual giyim çok yaygın, ama geleneksel çizgilerden çıkmayan kadınların sayısı azımsanacak gibi değil.

Bu biraz da tuhaf giyim tarzının ardında hispanik etkiler var, koloniyal dönemde Güney Amerika’yı hallaç pamuğuna çeviren İspanyollar kendi giyim şekillerini buraya taşımışlar. Taşımak derken aslında resmen dayatmışlar. Engizisyonun emriyle giyilmeye başlanan fırfırlı etekler (pollera) İspanyolların yumuşak iklimine uygunmuş ama Bolivya ve Peru’nun can damarı And Dağlarının sert ve soğuk havasına uymamış. Bu yüzden kadınlar polleranın içine ilave etekler giyerek ısınmaya çalışmışlar. Eteği şişkin ve puf puf gösteren iç parçaya enaguas deniyor. Eteklerin olabildiğince yukarıdan giyilmesi ve poponun büyük gösterilmesi tercih ediliyor. Bu ülkede büyük popo makbul. (4400 mt rakımın azizlikleri olmasa, burası bu yönüyle benim için cennet adeta)

 




Kadınların bir zamanlar zorla belli bir tarza büründürülmeleri  çok sevimsiz ama bundan daha sevimsizi Aymara ve Quechualı kadınların yakın tarihlere kadar büyük şehirlerde sokağa çıkmalarının bile engellenmiş olması. Bazı mekanlar ise “chola kadını giremez” diye yasaklar koymuşlar ve bu etekleri giyen kadınları dışlamışlar. Ancak Cholita denilen bu geleneklere bağlı yerel kadınlar, ülkenin sembolü ve pırıl pırıl parlıyor.

                                           

Kadınların birçoğunun başında aslında Avrupa’da erkeklere has olan şapkalardan var. Sombrero denilen bu aksesuar da hispanik bir gelenek, bir özenti. Bir yandan başlarını sıcak tutuyor, bir yandan da mesaj veriyorlar. Şapka kafaya tam ortalanmış olarak takılırsa kadın evli demek. Hafif yana yatık ise kadın dul veya bekar demek.

Takılar önemli, altın değerli, takı ne kadar gösterişli ise o kadar iyi. Önemli günlerde kadınların en değerli takılarını üstüste taktıkları ve başlarına bir şey gelmesin diye yanlarında korumayla gezdiği biliniyor.

 

Şallar kışın soğuğundan korunmak için şart, tercihan alpaka yününden.

Bu kadar detayla kim uğraşır demeyin, Bolivya’da bizim günlük yaşamda giydiğimiz giysilerin sıkça tercih edilme sebebi Cholita tarzının maliyetinin yüksek olması. Yani geleneksel giyim biraz da varlıklı olmak demek.  Sahip olduklarını  göstermek, bununla gururlanmak da tamamen kadınsı bir dürtü.

8 Mayıs 2015 Cuma

NAZCA ÇİZGİLERİ

Peru’nun başkenti Lima’nın yaklaşık 400 kilometre güneyine indiğinizde toprak renk değiştirmeye başlar, evler değişir, yollar değişir, rakım değişir. And Dağları size yolculuğunuz boyunca eşlik eder  ve eteklerindeki 450 kilometre karelik bir alanda çok ilginç hazineler saklar. Nazca çizgilerini ilk olarak çocukken okuduğum Tanrıların Arabaları kitabıyla duymuştum, Erich von Daniken’in akıcı diliyle yazılmış olan bu kitabı o vakitler çok da anlamayarak okumuş, acaba uzaylıların yaptığı söylenen bu çizgileri ben de gözümle görür müyüm diye içimden geçirmiştim. Bir gün ayaklarım beni Nazca ve Palpa kasabalarının ortalarındaki bu mistik alana götürdü ve bir çocukluk hayalim gerçek oldu.
 
Sabahın erken saatinde bindiğimiz pırpır uçakla keyifli bir yolculuk yaptım, hava açık, ılık, görüş mesafesi iyiydi. Dağlar, ovalar, tarlalar ve kumullar ardı ardına harika tablolar sunuyordu.
 
Tarih olarak M.Ö 500 lü yıllardan M.S. 300 lü yıllara uzanan geçmişe sahip olan bu çizgilerin tam olarak ne olduğu bugün dahi anlaşılamamıştır. Dünyanın pek çok yerinde rastlayacağınız çizgiler ve motiflerden daha ünlüdür Nazca Çizgileri. İçlerinde örümcek, maymun, guano kuşu, sinek kuşu, balina ve pelikanın da olduğu bu çizgi ve geolifler yalnız toprakta değil, döneminde yapılan toprak kaplar ve tekstil ürünlerinde de görülen figürlerdir, Nazca kültürünün bir parçasını oluştururlar. Figürlerden daha enteresan olan ise düz, spiral, üçgen, dikdörtgen ve dalgalı çizgilerdir.
 
Çizgileri ilk keşfeden, Perulu arkeolog Toribio Mejia Xesspe olmuş. Yürüyüş esnasında fark etmiş çizgileri. Ancak yürürken çözümlemesi zor olmuş şekilleri. Her şeyin netleşmesi 1930 larda uçak keşifleri ile mümkün olmuş. 1930-1940 yılları arasında yapılan araştırmalarda ortak kanı bu çizgilerin devasa bir astronomik yapı ya da bir havaalanına ait olduğu imiş. Bu bölgenin rüzgar ve yağış almaması ve havanın kuru olması, çizgilerin bunca yıl bozulmadan günümüze ulaşmasında en büyük etken. Ancak küresel hava değişimleri bu bölge için tehdit oluşturuyor. Bu derinlikte çizgilerin şiddetli yağmura direnmesi imkansız.

Uzaylı adam olarak bilinen figür. Sanki ilkokul çağında bir çocuğun çizimi gibi. Kaynağı, sebebi belirsiz resimlerden sadece bir tanesi.

   Maymun
Ne yazık ki dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi burada da var olan gecekondulaşma bölge için tehlike oluşturuyor. Yaptığım keşif uçuşunda bölgeye serpiştirilmiş barakalar dikkatimi çekti.  Çizgilerin muhafazası için yol kenarlarında gözlem kulübeleri yapılmış, ancak çizgiler öyle geniş bir alana yayılmış ki korunması bundan böyle daha zor olacak gibi.
 
Yola yakın resimleri korumak üzere yapılmış güvenlik kulübesi
 
Zemin demir-oksitle kaplı pembemsi çakıl taşlarıyla örtülü. Çizgileri her kim yaptıysa bu taşları temizleyerek alttaki çölümsü sarı toprağı ortaya çıkartmak suretiyle yapmış.
 
Örümcek
 
Nazca çizgileri üzerindeki en kapsamlı araştırma Maria Reiche’e ait. Hayatını buraya vakfetmiş dersek yalan olmaz. Nazca çizgilerinin Unesco Dünya Kültür Mirası olması onun sayesinde. Zaten cenazesi de Nazca’ya defnedilmiş.
 
Sinek Kuşu

 
Guano Kuşu
 
Su bulmak umuduyla yapılmış dinsel ayinler için ritüel diyen de var, uzaylıların iniş yapması için hazırlanmış özel havaalanı diyen de var, astronomik takvim diyen de. Her ne olursa olsun Nazca çizgileri büyüsünü korumaya ve binlerce turisti bölgeye çekmeye devam ediyor. Yolunuz düşerse keyifli ama bir o kadar da mide kaldırıcı keşif uçuşunu yapmalısınız, tabii mutlaka aç karnına, zira şekillerin her biri için uçağınız ani pikelerle alçalıyor, sağa ve sola yatarak her iki taraftan da görüntü almanızı sağlıyor, dolu midelerin bu pikelere direnç göstermesi zor….Bu tür şeylere dayanıklıyımdır ama benim bile bir ara başım döndü.


 
 

21 Nisan 2015 Salı

TİGRE

İstanbulluların bir zamanlar, Marmara Denizi'nin en güzel zamanlarında, Kumburgaz-Kamiloba-Celaliye-Silivri hattında yazlık sahibi olması gibi Buenos Airesliler de sıcak yaz günlerini haftasonları kaçtıkları Tigre'de geçiriyorlar. Şehir merkezine yaklaşık 30 kilometre mesafede bulunan Tigre, Parana nehrinin taşıdığı bereketli alüvyonların ortasında yemyeşil bir kasaba. Nehrin kahverengi, etrafın da yeşil rengi müthiş ahenkli bir tablo oluşturuyor. Tigre adı üstünde kaplan, panter anlamına geliyor. Çok eskiden buralarda avlanan ama artık görülmeyen bu hayvan adını vermiş kasabaya.
 
 
Nehir boyunca sıralanan her biri birbirinden güzel yazlık evler iç geçirtiyor insana. Öğreniyorum ki bizim ölçülerimize göre çok da fahiş değil çoğunun fiyatı. Bazıları biraz daha özel, bakar bakmaz anlaşılıyor. Zaten ünlü sanatçılar da buradan yazlık satın alıyormuş.   
 








Biz otobüsle gittik başkentten buraya, istenirse trenle de gelebilirsiniz. Her iki şekilde de yarım saatlik yol. Tigre'ye gelince bir tekneyle nehir turu yapmak farz. Başka türlü evleri ve yaşantılarını görmek imkansız. Evlere giden bir karayolu bulunmadığından tüm ihtiyaçlarını nehir taşımacılığı yoluyla sağlıyorlar. Yüzen market denebilecek seyyar dolaşan teknelerde satış yapılıyor. Ayrıca nehir kenarlarında da marketler var. Telefon ettiğinizde motorla getiriyorlar. Bu marketlerde aklınıza ne gelirse var. Patates, soğan, sebze, meyve, içme suyu, piknik tüpü, mangal kömürü....Tigre kasaba merkezine ulaşmak için taksi veya dolmuş motorlara biniliyor. Tabii her evin en az bir adet teknesi  var. Huzurlu bir yaşam için mükemmel bir kasaba burası, yaz sıcaklarında sivrisinek oluyordur tabii ama bu kadar konforun nazar boncuğu olsun o da.
 
 
 
Tigre kasabasında birkaç tane zenginler kulübü var. Jetset buralarda zaman geçiriyor. Nehir kenarlarında güzel restoranlar bulunuyor. En dikkat çekici yapı ise Tigre Club. Başlangıçta varlıklı ve ünlü insanların buluşma yeriymiş. Sonra kumarhaneye dönüştürülmüş. Bugün ise Tigre Güzel Sanatlar Müzesi olarak kullanılıyor. Çok şık bir bina. Parana deltasına karışan nehirlerden biri olan Lujan'ın kıyısına, eskiden Tigre Otelinin bulunduğu yere inşa edilmiş.
 
                                     
 
 
Nehirdeki yazlık evlerden en dikkat çekici olan ise dev bir camekan içinde korumaya alınmış ve müze haline getirilmiş olan Domingo Faustino Sarmiento'nun evi. Adı Arjantin'de birçok cadde ve sokağa verilen Sarmiento, ülkenin 7. cumhurbaşkanı. Asıl mesleği gazetecilik-yazarlık olan D.F.Sarmiento bir entelektüel, aydın fikirleri, bilhassa kadın ve çocukların eğitimine önem veren sosyal demokrat, yenilikçi düşünce yapısıyla çok sevilen bir başkanmış.
 
 

20 Nisan 2015 Pazartesi

USHUAIA HAPİSHANESİ

Güney Amerika haritasını açıp bakarsanız, kıtanın güneyinin çok sayıda adadan oluştuğunu görürsünüz. Zaman zaman tartışmalı hale gelse de halen dünyanın en güneyindeki şehir olma özelliğini taşıyan Ushuaia bu adalardan biri üzerinde yer alıyor. Şehir çok sempatik, yolunuzu mutlaka düşürün ve birkaç gün kalın.



Bu blogun konusu şehrin dillere destan hapishanesi. Ushuaia henüz bir köy iken, 1902-1920 yılları arasında süren bir inşaat sonrası buraya bir hapishane kurulmuş ve civardaki tutukevlerinde kalanlar buraya nakledilmiş. 18 yıl süren hapishane inşaatinde bizzat hükümlüler çalışmış. Cezaevinin iyisi kötüsü olur mu bilmem ama burası sıkı disiplini ile ünlüymüş. Şehir büyüdükçe işçi gereksinimi de artınca hükümlüler elektrik işlerinden tesisata, inşaatten itfaiye hizmetlerine kadar çeşitli işlerde çalışmışlar. Bilhassa ömür boyu hapis cezası alanlar bu hapishaneye gönderilirmiş çünkü şartları ağır, kaçma olasılığı sıfırmış.
 
 
 
Hükümlüler yevmiyeleri karşılığında yol yapımı, köprü inşaati, kereste tedariki gibi güç isteyen işlerde çalışırlarmış. Tren yolunun buraya kadar ulaşmasında onların emeği inkar edilemez. Rıhtımda liman inşaati, su, kanalizasyon, sokak aydınlatması gibi kamu hizmetleri yine bu işçiler tarafından verilirmiş. Hapishane içerisinde çalışan hükümlülerden daha fazla yevmiye alan bu hükümlülere cezalarında indirim de teklif edilerek çalışma koşulları cazip hale getirilirmiş.
 

Hapishaneden kaçma teşebbüsünde bulunanlar yüzerek adadan uzaklaşmaya çalışır, ancak birkaç dakika içerisinde termal şoktan boğulur, Beagle kanalının soğuk sularında kaybolurlarmış. Yüzmeye başlayıp devam edemeyeceğini anlayan hükümlüler ise hapishaneye geri dönerler, ancak ibret olsun diye avluda vurulurlarmış. Yaşam koşullarının pek de iyi olmadığı hapishane 1947' de kapatılmış. Aşağıda gördüğünüz mavi boyalı hücre hapishanenin orjinal haliyle bırakılan hücrelerinden biri. Birçok hücre temizlenip elden geçirildikten sonra sergi alanı olarak kullanıma açılmış. Ünlü tutuklular tasvir edilerek etnografik bir müze oluşturulmuş. Bütün temizliği ve bakımına rağmen insanın içini huzursuz eden bir ortamı olduğunu söylemem gerek.